Silahlı çatışmalar değil, gerçekler konuşuyor
Usta İngiliz casusluk romanları yazarı John le Carré, bir dönem İngiltere’nin gizli haberalma servisi olan MI6’de (Askeri İstihbarat Bölüm 6) görev aldığı için oradan edindiği tecrübeleri de hikayelerine yansıtarak türün içinde ayrı bir yer edinmiştir. İlk olarak 1965’te The Spy Who Came in from the Cold adlı eserini Martin Ritt sinemaya uyarladıktan sonra günümüze kadar romanları gerek sinemada gerek televizyonda defalarca karşımıza çıkmıştı. En taze olarak da 2011’de Tinker Tailor Soldier Spy’ı izlemiştik. Şimdi ise üç yıllık aranın ardından en son yazdığı romanlarından biri olan A Most Wanted Man, Anton Corbijn yönetmenliğinde beyaz perdedeki yerini alıyor. Zamanında konsolos olarak bulunduğu Hamburg’u öyküsüne mekan seçen John le Carré, romanı yazarken de Almanya’da yaşayan Murat Kurnaz’ın hikayesinden ilham almış.
Guantanamo’da haksız yere Taliban damgası yiyerek tutuklu kalan ve işkence gören Murat Kurnaz’ın o süreç boyunca yaşadıklarını anlattığı Hayatımın Beş Yılı adlı kitabı John le Carré’ye A Most Wanted Man’i yazarken yol göstermiş bir nevi. Film, Rus bir baba ile Çeçen bir annenin oğlu olan Issa Karpov’un Rusya’da maruz kaldığı işkencelerden canını kurtardıktan sonra Hamburg’a yasa dışı yollardan giriş yapmasıyla başlıyor. 11 Eylül travmasının ardından herhangi sakallı bir Müslüman’ın terörist olabileceği düşüncesiyle hareket edildiği için dış görünüşü yüzünden Karpov da çabucak bir istihbarat biriminin dikkatini çekiyor ve birimin başındaki Günther Bachmann tarafından direk gizli takibe alınıyor. Ardından iyi kalpli bir Türk anne-oğulun evine sığınıyor. Orada Melik ve annesi Leyla onu Tanrı misafiri olarak kabul ediyor ve Melik, Issa’nın Hamburg’a gelme sebebinin babasından kalan ciddi miktardaki paraya ulaşmak olduğunu öğrenince avukat arkadaşı Annabel ile tanıştırıyor.
İşinde son derece deneyimli ve çok da zeki bir ajan Günther Bachmann. Polislerden Issa’ya dokunmamalarını istiyor çünkü Issa’nın yüklü miktardaki bir paranın peşinde olduğunu biliyor ve onun parasıyla da bazı Müslüman yardım kuruluşları üzerinden para alışverişi yapan Dr. Abdullah’a, Dr. Abdullah’la da İslami terör örgütlerinin başına ulaşmayı hedefliyor. Yani kendi deyişiyle baraküda yakalamak için küçük balığa, köpek balığı yakalamak için ise baraküdaya ihtiyacı var. Aslında oldukça vicdani, insancıl ve akıllıca bir plan yapan ve bunu uygulamaya koymak için başta CIA’den olmak üzere tüm gerekli izinleri de sağlayan Günther’in gözden kaçırdığı önemli ayrıntı ise, bu devirde onun yaptığı planların ancak bir yere kadar işleyebileceği, o noktadan sonra kontrolün daha üst birimlere geçerek işin insancıl boyutunun umursanmayacağı ve kısaca dünyayı daha güvenli bir yer yaparken vicdana yer verilmeyeceği…
Zaten kullandığı arabadan, gittiği bardan, takındığı tavırlardan ve duruşundan anlaşıldığı üzere Günther, pek bu devrin adamı gibi değil, ayrıca diğer casusluk hikayelerindeki gibi bir ajan da hiç değil. Jason Bourne, Ethan Hunt ve James Bond gibi popüler, havalı ajanların aksine normal insana çok daha yakın bir karakter Günther. Film de keza aynı şekilde; alıştığımız tarzda, arabalı kovalamacaların, patlama-çatlamaların ve silahlı çatışmaların bolca yer aldığı aksiyon üzerine kurulmuş bir casusluk hikayesi anlatmıyor. Aksine -hemen hemen her John le Carré uyarlamasında olduğu gibi- gerçekçi ve düşündürücü bir yapıya sahip. Birçok farklı noktaya değinerek çarpıcı mesajlar veren, ciddi, sarsıcı, gerilimli, hüzünlü ve hayli etkileyici bir film duruyor perdede. Üstelik hiçbir şekilde komplike bir hal almayıp Avustralyalı senarist Andrew Bovell’ın rahat anlatımıyla kafalarda soru işareti bırakmayarak gayet anlaşılabilir bir formda ilerliyor.
Bu noktada filmin sürükleyici özelliğine şüphesiz her biri birbirinden kaliteli oyuncuların da büyük katkısı dokunuyor. Bilhassa da henüz yedi ay önce, genç yaşında talihsiz ve zamansız bir biçimde kaybettiğimiz usta aktör Philip Seymour Hoffman’ın ayakta alkışlanacak cinsten enfes performansına değinmek gerekiyor. Bitkin ve çökmüş vaziyette, tam da Günther Bachmann gibi bir ajan karakterine cuk oturan Hoffman, tüm filmi sırtlamayı başarıyor. Üzücü olan ise bu, kendisini son kez başrolde izlediğimiz film…
Ayrıca Hoffman’a film boyunca eşlik eden Rachel McAdams, Willem Dafoe, Robin Wright, Grigoriy Dobrygin ve Daniel Brühl de gayet etkili performanslar çıkarıyor. Kısa rollerde izlediğimiz yerli oyuncularımız Derya Alabora ve Tamer Yiğit de göründükleri sahnelerde üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyorlar.
Öte yandan Kontrol ve Centilmen filmleriyle tanıdığımız Hollandalı yönetmen Anton Corbijn’in aynı zamanda fotoğrafçı da olduğunu göz önünde bulundurursak Benoît Delhomme’un müthiş sinematografisinde onun da bir miktar payı olduğunu görebiliriz. Hikayenin ruhunu harikulade yansıtan, adeta birer fotoğraf gibi duran, genellikle gri ve soluk tonlardaki görüntüler filmi enfes bir şekilde tamamlıyor.
Buraya kadar kusursuz ilerleyen filmin bazı ufak tefek açıkları da var maalesef. En basitinden senaryodaki tahmin edilebilir noktalar filmin ritmini az da olsa düşürebiliyor. Olaylar çok hızlı geliştiği için bir iki yerde seyirci filmden kopabiliyor. Ayrıca Issa ile Annabel’in arasındaki ilişki de böyle bir filmin içinde sırıtacak kadar klişe kalıyor. Amma velakin bu tarz küçük teferruatlar, siz filmi merakla ve dikkatle izlerken kaybolup gidiyor.
İnsan Avı / A Most Wanted Man
Vizyon Tarihi:05 Eylül 2014
Yapımı:2013 – Almanya, ABD, İngiltere
Tür:Gerilim
Süre:121 Dak.
Yönetmen:Anton Corbijn
Oyuncular:Rachel McAdams, Willem Dafoe, Philip Seymour Hoffman, Derya Alabora, Robin Wright
Senaryo:Andrew Bovell
Yapımcı:Stephen Cornwell, Tessa Ross
Son Sözler
John le Carré’ın romanından Anton Corbijn yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan A Most Wanted Man, etkileyici ve kapsamlı hikayesiyle dikkat çekerken alıştığımızın oldukça dışında bir casusluk filmi izlettiriyor. Silahlı çatışmaların yerine gerçekçiliğe önem veren film, baştan sona gizem ve gerilim unsurlarını ayakta tutarak seyirciyi kendine bağlamayı başarıyor. Ayrıca dramatik bir hava da estiriyor, birçok mesaja yer veriyor ve en önemlisi de komplikeleşmeden derdini yalın bir dille anlattığı için seyri hayli rahat ve keyifli oluyor. Zaten sadece, kısa süre önce zamansızca vefat eden Philip Seymour Hoffman’ı son başrolünde bir kez daha ustalığını konuştururken görmek için bile izlenecek bir film duruyor karşımızda.
- Yönetmen
- Oyuncular
- Teknik
- Müzik
- Senaryo