Korku türünde, sadece Amerikan değil, dünya sineması içinde de zaman geçtikçe özgünlükten yoksun eserler üretilmeye başlandı. Hele ki ‘perili ev’ ve ‘musallat ruh’ temalarının ise iyice suyu çıkarıldı. Zaten artık seyirciler de herhangi bir lunaparktaki korku tünelinden alacakları, iki çığlık atıp yerinde zıplama hazzını tatmin etmek üzere salonları doldurur hale geldiler. Anlayacağınız, James Wan imzalı Insidious ve The Conjuring (hep aynı örneği verdiğimin farkındayım!) tarzında istisnaları saymazsak, yıl içinde kolay tüketildiği gibi görmezden de gelinebilen o kadar fazla yapım geçip gidiyor ki artık tek tük iyi sayılabilecekleri bile ayırt etmek zorlaşıyor. Neyse ki ta Avustralya’dan çıkıp gelen The Babadook, düşük mü düşük bütçesine rağmen o kadar gişe canavarının içinde, adını duyurmayı bir şekilde başarıyor ve korku sinemasına geleceği hayli parlak bir kadın yönetmen kazandırıyor.
1991′de NIDA’dan (Avustralya Ulusal Drama Sanatları Enstitüsü) sahne sanatları bölümünden mezun olan fakat aktrisliğin yanında çocukluk hayalini gerçekleştirmek için senaristliğe ve yönetmenliğe de ilk kez 2005′de Monster adlı bir kısa filmle soyunan Jennifer Kent, ilk uzun metrajında ise bu festivalleri dolaşıp yoğun ilgi gören kısa filminden yararlanmayı seçiyor. Monster’daki, bir annenin evine musallat olan kötü ruh fikrini alıp çok daha incelikli bir hikayeye oturtuyor. Bir huzurevinde çalışan Amelia, kocasını, hamileyken kendisini doğuma yetiştirmeye çalıştığı vakit geçirdikleri bir kaza sonucu kaybetmiş. Olayın üstünden yaklaşık yedi yıl geçmesine rağmen hala bu trajediden kendini kurtaramayan Amelia, sorunlu oğlu Samuel ve şirin köpeğiyle büyükçe bir evde tek başına yaşıyor. Samuel, geceleri okudukları masallardan çok fazla etkilenen, hayal dünyası geniş olduğu için sosyal hayatta zorluklar çeken bir çocuk. Bir gece Samuel’in seçtiği “Mister Babadook” isimli bir kitabı okumalarıyla da bu durum iyice kötüleşiyor.
Ürkünç resimler ve tekerlemelerle dolu kitap, anne-oğlun hayatını yavaş yavaş bir kabusa dönüştürmeye başlıyor. Kitabı yok etmeye çalıştıkları sürece işler daha da sarpa sarıyor. Etrafta dolaşmaya başlayan gölgeler ve sesler gittikçe evi esir alıyor, kapılar kendiliğinden açılıp kapanıyor vs. Buraya kadar hikaye kulağa son derece tanıdık geliyor ama Babadook’un aileye dehşet saçan kötücül bir yaratıktan ziyade çok daha boyutlu bir şeyi simgelediği ortaya çıktıkça işler değişiyor. Babadook aslında Amelia ile Samuel’in acılarını yansıtıyor, yalnız bilhassa da Amelia’nın zihninden ve kalbinden besleniyor. Bir süre sonra geceleri uyuyamayıp kullandığı sakinleştiricilerle dünyadan kopmaya başlayan Amelia’nın, içine atıp durduğu üzüntü ve sıkıntılar kendisini sarıyor, buna inanmak istemeyip karşı koydukça da ‘canavarı’ kuvvetlendiriyor. Öyle ki kendi oğlunu bile öldürme isteğiyle çırpınacağı bir raddeye varıyor. Mühim olan soru ise, Amelia korkularıyla başa çıkabilecek ve onları kontrol edebilecek mi?
Bu noktada, bize maksadının ve hedefinin ne olduğunun açıklanmadığı Babadook’un gerçek olmadığını, sadece Ameila’nın bilinç altında yaşayıp onun hayallerinden ibaret olduğunu savunabiliriz. Çünkü Amelia, oğlunun davranış problemleriyle uğraşmaktan o kadar bitkin düşmüş ki kendi ruhsal sorunlarını göremez hale gelmiş. Zaten bir yerden sonra neyin hayal, neyin gerçek olduğunu seyirci de seçemiyor ancak oturup düşündüğümüz takdirde böyle bir karara ulaşmak çok da zor olmuyor. Fakat yine de filmin bu yönünün herkes için farklı bir anlam doğurabileceğini unutmamak gerekiyor. Zira Kent, Babadook’un ne olduğunu bize bırakmayı uygun görmüş. Ayrıca şunun da altını çizmiş, her ne kadar film korku türüne hizmet etse de bir sevgi hikayesi duruyor ortada. Nihayetinde anne sevgisinin gücüne karşı koyulamayacağı mesajı veriliyor ve perdedekinin safi korkutma amacı gütmediği, esasında çarpıcı, yoğun bir dram işlendiği anlaşılıyor.
Bu sebeple filme giden bir kısım izleyici kitlesi tarafından yeterince korkunç görülmeyeceğini belirtmekte fayda var. The Babadook, Kent’in de belirttiği üzere alışılmışın oldukça dışında, anlayan seyirciye birçok şey ifade edebilecek bir derinliğe sahip, ziyadesiyle özgün bir çalışma. Tabii burada Kent’in azımsanmayacak düzeydeki cesaretini ayakta alkışlamak lazım; henüz ilk uzun metrajında aynı alt metne sahip ama dram materyallerini öne çıkaran bir filmle kendini garantiye almak yerine riske girip dramı korkuyla harmanlayarak orijinal bir kimlik kazanıyor, doğrusu şapkayı hak ediyor!
Öte yandan Kent, oyuncu seçimlerinde de profesyonelce davranıyor. Amelia gibi zor bir karaktere, NIDA’da birlikte okuduğu arkadaşı Essie Davis’i gözünü kırpmadan yerleştiriyor ve Davis de rolünün hakkını veren harikulade bir performans çıkarıyor. Altı yaşındaki Samuel için ise Noah Wiseman’ı ilk görüşte beğenerek role oturtuyor ve böylece müthiş bir çocuk oyuncu keşfediyor.
Tüm bunların yanı sıra şüphesiz Kent’in en büyük ilham kaynağı olan, 1920′lerin başında ortaya çıkan Alman dışavurumculuğu, özellikle filmin soluk atmosferi, karanlık dekorları ve tedirgin edici ışık-gölge kullanımlarıyla anılıyor. Polonyalı görüntü yönetmeni Radek Ladczuk’un enfes sinematografisi, ürkütücü bir ev ortamı yaratmaya fazlasıyla yeterken o cansız görüntüler de filmin havasını mükemmel yakalıyor. Ayrıca Kent, hayranlık duyduğu eski korku filmlerine de -en belirgin biçimde Amelia’ya izleterek- saygısını sunuyor. Tüm bu esin kaynaklarını toplayıp kendi bakış açısıyla yorumlayarak da modern ve tamamen orijinal bir eser çıkartıyor. Hollywood’un ucuz klişelerinin ise (anne ile çocuğu koruyacak bir baba figürü eklemek ve olayları dinsel açıklamalarla donatmak gibi) birine bile yer vermiyor. Netice itibariyle de seyirciyi değişik yollardan etkileyen, derin öyküsüyle kafa kurcalayan, hayli ilginç ve değerli bir psikolojik korku sunuyor.
Karabasan / The Babadook
Vizyon Tarihi:15 Ağustos 2014
Yapımı:2014 – Avustralya
Tür:Dram, Gerilim, Korku
Süre:92 Dak.
Yönetmen:Jennifer Kent
Oyuncular:Essie Davis, Adam Morgan, Craig Behenna, Daniel Henshall, Hayley Mcelhinney
Senaryo:Jennifer Kent
Yapımcı:Kristina Ceyton, Julie Byrne
Son Sözler
Aslen oyuncu olan ve ilk uzun metrajına soyunan Jennifer Kent, The Babadook’da 2005 yapımı kısa filmi Monster’ı taslak olarak ele alıyor. Hikayenin ana şablonunu koruyarak çok daha derinlikli bir işe girişiyor. Sorunlu oğlu Samuel’in doğduğu gün dul kalan Amelia, aradan yedi yıl geçmesine rağmen yaşadığı trajediyi üzerinden atamayan, üzüntülerini baskılayıp ruhsal sorunlarını göremeyen bir anne. İkilinin hayatı ise, bir gece “Mister Babadook” isimli kitabı okumalarıyla kabusa dönüşüyor. Böyle, bilindik duran hikaye, anne-oğlun evlerini ele geçirdiğini düşündükleri Babadook adındaki varlığın, kötücül bir canavardan çok, ikisinin kesişen acılarının bir çeşit yansıması olduğu açığa çıktıkça çok daha kapsamlı ve özgün bir hal alıyor. Damakta ayrıca bir psikolojik dram tadı bırakan filmin amacının da izleyiciyi korkutmaktan ziyade farklı yönden etkilemek ve düşündürmek olduğu anlaşılıyor.
- Yönetmen
- Oyuncular
- Teknik
- Müzik
- Senaryo