Marvel’s Venom 2: İlk Fragman Tom Hardy ile Woody Harrelson’a Karşı

Sony’nin Örümcek Adam evreni, esas olarak franchise’ın ünlü webslinger’ının Marvel Sinematik Evreni’ne geçtiğinde ayrılması nedeniyle yıllar boyunca iniş ve çıkışlarda adil bir paya sahipti. Buna rağmen Sony, Eddie Brock’un Venom’unu öne çıkararak durumdan yararlanmaya karar verdi ve böylece yeni bir anti-kahramanın doğmasına yol açtı. 

Başlangıçta Sam Raimi’nin Örümcek Adam 3’ünde tanıtıldıktan sonra , Marvel’in ünlü ortakyaşamı, Sony’nin Marvel Karakterleri Evrenine uyacak şekilde yeniden başlatıldı . Tom Hardy, 2018 en sırasında Eddie Brock olarak sunulduktan Venom sonuçta şeklinde bir netice yol açtığını gişe filmi kazanç Büyük ile, Carnage Olsun’a: Venom .

Diğer filmlere benzer şekilde, Let There Be Carnage , yol boyunca birçok gecikmeyle uğraşan pandeminin kurbanı oldu. Haziran ayı sürüm penceresinden başlayarak devam filmi 24 Eylül 2021’de yayınlanacak . 

Şimdi, çok beklenen sürümünden önce, ilk fragman ortaya çıktı. 

TOM YENİ VENOM 2 FRAGMANINDA HARDY PARLAKTI

Sony Pictures , Woody Harrelson’ın tehlikeli kötü adamıyla birlikte Tom Hardy’nin Marvel anti-kahramanına yeni bakışlar sunan Venom: Let There Be Carnage’ın ilk fragmanını resmen yayınladı . 

Fragmanın yanı sıra filmin resmi bir afişi yayınlandı: 

TOM HARDY’S VENOM VS. AHŞAP HARRELSON’UN KARNASI

Fragman, Venom’un kişiliğini göstererek başladı, görünüşe göre kendisi ve Tom Hardy’den Eddie Brock’un birbirlerini daha fazla tanımaları için yeterince zaman geçtiğini gösteriyor. Çoğu kişi, ilk filmin etkileyici yönlerinden birinin ikilinin eğlence dinamiği olduğu konusunda hemfikirdir ve devam filminde ilişkilerinin nasıl daha da gelişeceğini görmek ilginç olacaktır. 

İlk filmden, Anne Weying’den Michelle Williams ve Reid Scott’tan Dan Lewis gibi birkaç yıldız da fragmanda yer aldı. Carnage’ın çizgi romanlara olan aşkı Naomie Harris’in Shriek gibi yeni karakterler de tanıtılacak.

İlk filmin post-jenerik sahnesinde karakterin ilk çıkışından sonra, Woody Harrelson’ın Cletus Kassidy’i fragmanda büyük bir şekilde yeniden tanıtıldı. Devam filminin baş kötü adamı, Marvel Comics’in sayfalarında tehlikeli bir karakter ve bu görüntü, canlı aksiyon versiyonunun çizgi romanlardan sadık bir ilham kaynağı olacağına işaret ediyor gibi görünüyor. 

Kassidy’nin Carnage olma konusundaki başlangıç ​​hikayesi de dahil edildi ve hayranlara suçlunun tam anlamıyla ortakyaşamdan aşılanmış bir kötü adama kısır dönüşümünü anlatıyor. 

İki düşmanın nasıl savaşacağına dair kesin ayrıntılar hala gizli tutuluyor, ancak kanıtlar, Carnage’ın şehirdeki saldırısının Venom’u masum vatandaşları korumaya zorlayacağını gösteriyor. 

Venom’un Brock’la olan ortaklığından Carnage’ın öldürücü zihniyetine kadar, Venom: Let There Be Carnage , Sony’nin Marvel Karakterleri Evreninin büyüyen kadrosuna heyecan verici bir katkı olacak şekilde şekilleniyor.

Venom: Let There Be Carnage Ne Zaman Gösterime Giriyor?

Venom: Let There Be Carnage , 24 Eylül 2021’de sinemalarda. 

10 En İyi Film – Ölmeden Önce İzlemeniz Gereken Filmler

10 en iyi film listesi, ölmeden önce izle. Fimlerin konusu, Fragmanı, IMDB puanları hakkında her şey.

 1) THE SHAWSHANK REDEMPTION (ESARETİN BEDELİ) – 1994

Bazı insanların izlediğinde ders çıkarması gereken, ibret alınacak bir başyapıt. Yıllardır zirvede yerini korumayı başaran, unutulmaz bir film.

Fragman İzle

Genç ve zengin bir adam olan Dufresne, sevdiği kadını öldürmekten suçlanarak ömür boyu hapis cezası alacaktır. Gittiği hapishane ise, her türlü suçu işlemiş kötü adamların olduğu ve hala suç işlenen bir yerdir. Dufresne ise, hayata bağlılığı ve inancından dolayı, güleryüzlü tutumundan asla vazgeçmeyecektir. Bu tutumu hapishanedeki kötü adamların bakış açısını da değiştirecektir.

Filmi Netflix’ten İzlemek İsterseniz: Esaretin Bedeli İzle

IMDb Puanı: 9.3

 

 2) FORREST GUMP – 1994

Unutulmaz başyapıtların arasında yer alan Forrest Gump, zeka seviyesi 75 olan bir adamın hayatını anlatıyor. Zeka seviyesinden dolayı, devlet okullarına girmekte bile zorlanan Forrest Gump, bir süre içinde aklın almayacağı başarılara imza atar.

Fragman İzle

Zekası ne kadar düşük olursa olsun, fiziksel yönden son derece sağlam olan Forrest Gump, zamanla gelişecek olay zinciri ile izleyiciyi hayal edemeyeceği bir dünyaya götürüyor.

IMDb Puanı: 8.8

Filmi Netflix’ten İzlemek İsterseniz: Forrest Gump İzle 

 

 3) SAVING PRIVATE RYAN (ER RYAN’I KURTARMAK) – 1998

  Aksiyon, macera ve dram kategorisinde izleyebileceğiniz, muhteşem ve unutulmaz filmlerin başında gelen Er Ryan’ı Kurtarmak, 1998 yapımı başyapıtlardan biri.

Fragman İzle

Filmin yönetmen koltuğuna oturan isim Steven Spielberg, senaristi ve yazarı ise Robert Rodat’dır. Filmin unutulmaz başrol oyuncularından bazıları ise, Tom Hanks, Tom Sizemore ve Matt Damon’dur.

Filmi Netflixten İzle: Er Ryan’ı Kurtarmak

5 farklı dalda oscar ödülüne layık görülen filmde, İkinci Dünya Savaşı döneminde, üç erkek çocuğunu kaybeden bir anne, bu kayıplardan dolayı derinden etkilenmiştir. Savaşa giden dördüncü erkek çocuğu için, dua etmekten başka şansı yoktur. Çocuklarını kaybeden bu annenin durumunu öğrenen Başkan, ne pahasına olursa olsun James Ryan’ı sağ salim annesine getirmek için, bir görev başlatır. 8 kişilik bir ekipten oluşan grup, Er Ryan’ı kurtarmak adına görevlendirilmiştir. Yorucu savaş ortamının arasında kalan grubun başı, hem James Ryan’ı bu savaş ortamından çekip çıkarma, hem de ekibini bu zorlu görevden sağ bir şekilde kurtarma düşüncesiyle başbaşa kalır.

IMDb Puanı: 8.6

 

 4) THE GREEN MILE (YEŞİL YOL) – 1999 – 10 En İyi Film

Unutulmaz filmlerin başında gelen Yeşil Yol’da, bir hapishane gardiyanı Paul Edgecomb’un görevi, idam edilecek olan mahkumların hücrelerinden alınarak, elektrikli sandalyenin olduğu ölüm odasına kadar, 1 millik yeşil yol adı verilen yoldan getirmektir.

Fragman İzle

Edgecomb yıllardır birçok idam mahkumunu bu yoldan nakletmiştir. Ancak hiç birisi gardiyan Edgecomb’u, John Coffey kadar etkilememiştir. Coffey, iki küçük kızı öldürmekten dolayı idama mahkum edilmiştir. Ürkütücü görünüme sahip olan Coffey, görüntüsünün aksine fazlasıyla duygusal ve anlaması zor biridir. Bu adam bazı doğa üstü güçlere sahiptir ve Edgecomb onunla yakınlık kurdukça, beklenmedik zamanlarda inanılmaz mucizelerin gerçekleşebileceğine inanmaya başlayacaktır.

IMDb Puanı: 8.5

 

 5)FIGHT CLUB (DÖVÜŞ KULÜBÜ) – 1999

  Chuck Palahniuk tarafından yazılan aynı adlı romanın sinemaya uyarlaması olan kült filmdir. David Fincher tarafılan yönetilen filmde, Brad Pitt, Helena Bonham Carter ve Edward Norton rol almıştır. Fight Club’te filmi anlatanın, tek düze yaşamına ortak olan kronik uykusuzluk sorunu ile hayatı çekilmez bir hal almuştır. Ailesi ve yakın arkadaşları olmayan anlatıcı, bir doktorun tavsiyesi üzerine, kanserli hastaların oluşturduğu terapi grubuna katılır. Bu toplantılarda, Marla ile tanışan anlatıcı, Marla’nın da hasta olmadığını öğrenecektir. Anlatıcı’nın bir yolculuk sonrasında evi yanar ve yolculukta tanıştığı sabun satıcısı Tyler bu durumda arayabileceği tek kişidir.

Fragman İzle

Buluşan ikili birkaç biranın ardından kavgaya tutuşur ve kahramınımız Tyler’ı kendine vurması için kışkırtır. Aralarında gelişen bu kavga Anlatıcı’nın hayatının değişmesine neden olacaktır. Anlatıcı bir süre sonra, Tyler’a taşınır. Tyler’ın kurduğu bir dövüş kulübünde, kulüpte olacakların sayısının 50 kişiyi aşmaması kaydıyla, genç erkekler birbirleriyle dövüşecektir. Popüler hale gelmesi fazla zaman almayan kulüp, durumu günç geçtikçe içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır.

IMDb Puanı: 8.9

 

 6) SHUTTER ISLAND (ZİNDAN ADASI) – 2010

  Yakın zaman başyapıtlarından biri olan Zindan Adası’nda, Massachussets sahili açıklarında bulunan bir adada, suç işleyen akıl hastaları tedavi edilmektedir.

Fragman İzle

Bu hastanede bulunan tehlikeli bir katilin, esrarengiz şekilde kaybolması üzerine, kayboluşunu araştırmak ve soruşturmak için, Teddy Daniels ve Chuck Aule adlı iki polis görevlendirilir. Bu görev iki polis içinde, baş döndürücü bir hikaye haline gelecektir.

IMDb Puanı: 8.1

 

 7) A BEAUTIFUL MIND (AKIL OYUNLARI) – 2001

  John Forbes Nash Jr., genç yaşta geliştirdiği kuramları ile, matematik dünyasının en önemli ismi haline gelir. Fakat bencilliği ve aşırı güveni nedeniyle, kısa süre içerisinde kişisel problemleri ortaya çıkacaktır.

Fragman İzle

Bu problemler ile baş edemeyen Nash, dahilik ve delilik arasında bulunan ince çizgide, deliliğe doğru sürüklenmeye başlar.

IMDb Puanı: 8.2

 

 8) MY NAME IS KHAN (BENİM ADIM KHAN) – 2010 -10 En İyi Film

Rızvan, çocukluğunu annesiyle birlikte, ıssız bir yerde geçiren bir müslümandır. Annesi ölünce Amerika’ya kardeşinin yanına giden Rızvan Khan, orada tanıştığı Mandira adında dul ve Hindu bir kadınla evlilik yapar. Khan aynı zamanda Asperger sendromu hastasıdır. Otizm rahatsızlığının bir çeşidi olan bu hastalık, ömür boyu süren, sosyal etkileşim ve iletişimi engellemeye başlayan, sınırlı davranışlara yol açan ve beyin gelişiminin engellenmesine sebep olan bir hastalıktır.

My Name İs Khan Fragman İzle

Mandira ile Khan evlendikten sonra yaşanan, 11 Eylül saldırılarının ardından faşist kesimler Mandira’nın oğlunu döverek öldürürler. Oğlunun öldürülme sebebi ise, Mandira evlendikten sonra, Khan soyadını almış olmalarıdır.

IMDb Puanı: 8.0

 

 9) SCHINDLER’S LIST (SCHINDLER’İN LİSTESİ) – 1993

2. Dünya Savaşı Dönemindeki Nazi Almanya’sında girişimci bir Alman olan Oskar Schindler, askeriye için metal kap üreten bir fabrika kurmuştur. Bu fabrika için sermayeyi ve iş gücünü ise, Yahudiler üzerinden sağlamaktadır.

Fragman İzle

İlerleyen dönemlerde Yahudiler’in gördüğü baskıya sessiz kalamayan Shindler, onları kurtarmak için bir liste yapacaktır.

IMDb Puanı: 8.9

 

 10) PERFUME: THE STORY OF A MURDERER (KOKU: BİR KATİLİN HİKAYESİ) – 2006

18. Yüzyılda Fransa’da geçen filmde, Jean- Baptiste Greenouille, balık satan bir kadının oğlu olarak tezgah arkasındaki çöplerin arasında dünyaya gelir. Annesi onun da, diğer çocukları gibi öleceğini düşünerek, çöplerin arasına atar. Ancak Jean yaşar ve bir yetimhanede büyür.

Koku Bir Katilin Hikayesi – Fragman İzle

Jean’in güçlü bir koku alma yeteneği vardır ve bunu çok geçmeden farkeder. Gençlik döneminde bir tabakhanede işe başlayan Jean, bir gün şehire iner. Şehirde güzel ve genç bir kızın kokusunu duyar ve büyüsüne kapılarak onu takip etmeye başlar. Bir süre sonra kıza ulaşır ve kız korkudan çığlık atar. Çevre duymasın diye Jean, hemen kızın ağzını elleriyle kapadır. İşte bu durum kızın ölümüyle sonuçlanacaktır. Jean ölen kızın heryerini koklar ve ölüm ile güzelliğin kokusunu içine çeker.

Bir süre sonra bir koku imparatorluğu olan Giuseppe Baldini, Jean’ın koku alma özelliğini keşfeder ve Jean’ın en zor kokuyu gözleri önünde kısa sürede hazırlaması ile onu bünyesine çalışmaya alır. Bundan sonra Jean’ın tek hedefi herşeyin kokusunu esir edebilmek olacaktır. İnsanların kokusu da buna dahildir.

IMDb Puanı: 7.5

 

 

Film modu nedir?

Film modu nedir?

Film modu full hd bir film izleme sitesidir. Film modu tamamen ücretsiz film içerikleri sunar. Film modu ile izlemek istediğiniz filmlere başarılı arayüzü sayesinde kolayca ulaşabilirsiniz. Film modu sitesi Türkiye’deki film siteleri arasında en çok tıklananlar arasında yer almaktadır. Film modunun instagram uygulaması içerisinde de 16.4 bin takipçili sayfası yer almaktadır. Bu sayfada filmlerden fotoğraflarla birlikte film içeriklerine yer verilmektedir.

Film modu site özellikleri

Film modu altyazılı ve Türkçe dublaj film içeriklerine sahiptir. Film modu izleyicilerine filmleri orjinal dilleriyle izleme imkanı sunar. Film modu sitesindeki filmler yüksek görüntü kalitesine sahiptir. Film modu izleyicileri için ücretsiz ve kaliteli film içerikleri hazırlar. Film modundaki altyazı içerikleri profesyonel olarak düzenlenmiştir.  Anasayfada en üstte yer alan arama motoru sayesinde kullanıcılar istedikleri filmlere aratarak ulaşabilirler.

Film Modu Nasıl Kullanılır?

Film Modu anasayfasında Arşiv, Film Türleri, En Çok İzlenen Filmler, Seri Filmler, Oyuncular, Yönetmenler, Altyazılı Filmler ve Türkçe Dublaj Filmler adı altında sayfalar yer alır. Kullanıcılar siteye kayıt olup giriş yaparak filmlerle ilgili yorum yapabilirler.

Arşiv Sayfası

Film modu sitesinin arşiv bölümünde filmler tür, yapım yılı, dil, kalite ve Imdb puanına göre sıralanır.

Film Türleri Sayfası

Film modu sitesinin film türleri sayfasında 4K, Aile, Aksiyon, Animasyon, Belgesel, Bilim-Kurgu, Dram, Fantastik, Gerilim, Gizem, Hint Filmleri, Kısa Film, Komedi, Korku, Macera, Müzik, Oscar Ödüllü Filmler, Romantik, Savaş, Stand Up, Suç, Tarih, Tavsiye Filmler, TV Film ve Vahşi Batı kategorileri bulunur.

En Çok İzlenen Filmler Sayfası

Bu başlık altında dünya çapında en çok izlenen filmler Bugün, Bu Hafta, Bu Ay, ve Tüm Zamanlar başlıkları altında kategorilere ayrılmıştır.

Seri Filmler Sayfası

Film Modu sitesinde seri filmler Türkçe altyazı ve dublajlarıyla yayınlanmaktadır.

Oyuncular ve Yönetmenler Sayfaları

Film modunda bu başlıklar altında oyuncular ve yönetmenlerin oynadıkları filmler listelenmiştir.

Altyazılı Filmler Sayfası

Bu başlık altındaki yabancı filmler Türkçe altyazılarıyla yayınlanmıştır.

Türkçe Dublaj Filmler Sayfası

Türkçe dublaj yabancı filmler de Film modu sitesinde bu başlık altında yayınlanır.

Dizimag

Tüm dünyada izlenme rekorları kıran ve milyonlarca takipçiye ulaşan diziler her dönem popüler olmayı başarmıştır. Elbette bu harika dizileri izleyebilmek için de tercih edilecek site oldukça önemlidir. Birbirinden başarılı yapıtları izleme imkanı sunan site tercihleri de bu bağlamda ön plana çıkıyor. Her zaman en kaliteli hizmet anlayışı ile hareket eden Dizimag hızlı ve kolay erişimi kullanıcılarına sunuyor. Beklentileri her zaman yüksek tuttuğu için de Türkiye’de en fazla tercih edilen sitelerden bir tanesi konumuna sahip oluyor. Yabancı dizi izleme konusunda yılların deneyimine sahip olan site hem alt yazılı hem de Türkçe dublaj seçeneklerini sunmaktadır. Yüksek çözünürlüğe sahip dizileri kısa sürede sitesinde yayımladığı için de çok sayıda kullanıcıyı memnun etmektedir.

Dizimagda Neler Var?

Birbirinden kaliteli oyuncu kadrosuna sahip olan diziler her zaman zirveyi kovalamaktadır. Bu dizilere erişim için size sunan site bu bağlamda tüm dünyada ki dizileri sunmaya çalışmaktadır. Yabancı diziler ilk yayımlandığında Türkçe dublaj seçeneği söz konusu olmamaktadır. Bundan dolayı altyazılı şekilde izlemeniz gerekmektedir. Türkçe altyazılı dizi izle seçeneğine sahip olan site orijinal dili ile de heyecanı arttırmaktadır. Adeta sinema filmi kalitesine sahip dizilerden dilediğinizi izleme imkanını da bu sayede elde etmiş olursunuz. Dizilerle ilgili ön bilgi edinebileceğiniz halleri size sunarken dilediğiniz bölüm hakkında yorumlar yaparak da bilgi edinebilirsiniz.

Dizimag Üyelik

Dizimag üzerinden izleyeceğiniz dizilerle ilgili herhangi bir üyelik işlemine gerek yoktur. Fakat yorum yapabilme ve diziler hakkında mail veya bildirim almak için kısa sürede üyelik işlemlerini de gerçekleştirebilirsiniz. Dizimag Üyelik işlemleri çok kısa sürede tamamlanabilir yapıya sahip olup, bilgilerinizin de 3. Kişilerle paylaşımı gibi bir husus da söz konusu olmamaktadır.

Popüler Diziler

Taht Oyunları, Vikingler, Titans, Kara Ayna, The Walkind Dead, The 100 ve Prison Break gibi binlerce diziyi seyircisi ile buluşturan site her zaman en iyiyi sunmaktadır. Sona ermiş dizilerden tutun halen devam eden dizilere kadar geniş bir kütüphane sizleri bekliyor. İMDB Puanı yüksek dizileri yakından takip edebileceğiniz format sunulmaktadır. Kategorilerine göre ayrılan binlerce dizi arasından size hitap edeni bulabilirsiniz. Her türlü etkeni hesaba katarak kaliteyi en iyi formata sahip şekilde aktarmaktadır. Üstelik HD kalitede yayın yapıyor olması da ayrıca avantajlı hallerdendir.

Çöldeki İzler / Tracks (2013) Film Eleştirisi

Robyn Davidson’ın, “Bazı gezginler her yerde kendilerini evinde hisseder, bazıları içinse hiçbir yer ev değildir. Ben de onlardan biriydim,” şeklinde film adına oldukça anlamlı -ve giderek de daha çok anlam kazanacak- bir cümlesiyle açılış yapan film, ilk önce 1975 yılının Orta Avustralya’sına götürüyor bizi; Avustralya Çölü’nü Alice Springs’den başlayıp Hint Okyanusu’na kadar yürüyerek geçmeyi planlayan Robyn’in macerasının başladığı noktaya…

Yaklaşık 3000 kilometrelik yolu yürüyerek geçmeyi düşünen Robyn için ‘deli’ diyeceksinizdir, niye böyle bir şey yaptığını anlamlandıramayacaksınızdır muhtemelen. Ama çok geçmeden de yanıldığınızı fark edeceksiniz. Bu yolculuğun bir maceradan ziyade bir şeylerin başarılmasını veya ispatlanmasını hedeflediğini söylüyor Robyn. Peki ya nedir bu şeyler? Geçmişin yaralarını sarabilmek mi, yoksa o alabildiğine boşluğun içinde, çölün sonsuz saflığında kafasını dinleme ihtiyacı mı, veya hiçbiri değil de, bir kadının da azminin ne kadar kuvvetli olabileceğini göstermek gibi tamamen farklı bir düşünce mi?

Aralara serpiştirilen ‘hatıralar’dan da yola çıkarak Robyn’in yolculuğuna herkesin kendi bakış açısından farklı yorumlar getireceği düşünüldüğünde bu sorunun cevabını izleyiciye bırakmak en doğrusu olacaktır. Bu evrensellik, romanın bir lütfu mu bilmiyorum ama öyleyse de John Curran’ın bunu filme yansıtmaktaki başarısı göz ardı edilemez. Evet, belki bazı noktalarda hikayenin derinliği tam olarak seyircinin içine işleyemiyor, sonuçta bir romandan uyarlandığından mıdır bilinmez, bir takım eksiklikler varmış gibi geliyor, ufak tefek kopukluklar oluşuyor, ana karaktere fazla yüklenildiğinden yan karakterler biraz geri planda kalıyor vs… Ama tüm bu küçük detayların yanı sıra yönetmenin, izlerken ve hatta izledikten sonra da üzerinde düşünülecek, tartışılacak türden bir çalışma çıkaramadığını söylersek de büyük bir haksızlık etmiş oluruz. Zira bahsettiğimiz evrensellik filmin bütününe layıkıyla yayılmış durumda.

Ayrıca bir maceranın içindeki olmazsa olmazlardan, birer tutam romantizm ile mizah da işin içine girince filmin seyri oldukça keyifli bir hal alıyor. Robyn’in, sadece dört devesi Dookie, Zeleika, Goliath ve Bub ile çok sevdiği siyah köpeği Diggity’yi yanına alarak çıktığı macerada belli başlı ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için National Geographic’in yolculuğuna sponsor olmasını istemesi üzerine yanına zoraki bir şekilde katılan fotoğrafçı Rick’e gönlünü kaptırması, her ne kadar biraz ani gelişip yapay görünse de hikayeye hoş bir soluk katıyor. Üstüne Aborjinler’in de olaya dahil olmasıyla birlikte filmin mizahi yönü gayet iyi dengeleniyor.

Öte yandan filmde en çok göze çarpan ayrıntılardan biri, karakter ile seyirci arasındaki bağın bir türlü kurulamaması. Bu tarz filmlerde genellikle kahramanımızla birlikte biz de onun tattığı duyguları tadarız, onunla birlikte adeta macerasına eşlik ederiz. Robyn’e baktığımızda ise o yalnızca anlatıcı, biz de dinleyiciyiz.

Yalnız bu noktada oyuncudan kaynaklanan bir durum olduğu düşünülmesin. Bilakis Mia Wasikowska son derece iyi bir performans çıkarıyor, gerçek Robyn’e olan benzerliğiyle de ayriyeten dikkat çekiyor. Bana sorarsanız en fazla filmin belgesel tadında oluşu bunda etkili. Amma velakin filmi belgesel edasıyla izlediğimiz takdirde bu soğukluğu bir kusur olarak değerlendirmek de yanlış olur. Hatta bu düşünceyi destekler nitelikteki, kamerasını büyük bir ustalıkla kullanan Mandy Walker’ın elinden çıkan muhteşem görüntüleri ve itinayla seçilmiş harikulade müzikleri hesaba kattığımızda filme olumlu yansıdığını dahi söyleyebilirim.

Ara sıra özellikle yerlilerin bulunduğu sahnelerde alttan alttan sosyal ve kültürel mesajlara da yer veren Çöldeki İzler, üzerinde durduğu insani ve felsefi konuların yanında bu yaklaşımıyla da merak uyandırıyor. Benzerine pek sık rastlayamayacağımız türden, görülmeyi de kesinlikle hak eden bir yapım.

Çöldeki İzler / Tracks

Vizyon Tarihi: 18 Temmuz 2014
Yapımı: 2013 – Avustralya
Tür: Biyografi
Süre: 110 Dak.
Yönetmen: John Curran
Oyuncular: Mia Wasikowska, Emma Booth, Rainer Bock, Adam Driver, Jessica Tovey
Senaryo: Marion Nelson, Robyn Davidson
Yapımcı: Iain Canning, Emile Sherman

Son Sözler

76%İYİ

John Curran’ın, Robyn Davidson’ın kendi anılarından aktardığı aynı adlı otobiyografik romanından uyarladığı Çöldeki İzler, maceraperest bir kadının Avustralya Çölü’nü Alice Springs’den başlayarak Hint Okyanusu’na kadar dört devesi ve çok sevdiği köpeği Diggity ile birlikte geçme macerasını anlatıyor. Robyn özel olarak belirtiyor ki bu yolculuk bir maceradan ziyade bir şeylerin başarılmasını veya ispatlanmasını hedefliyor. Peki nedir bunlar? İşte, her zihniyetin farklı yorumlayacağı bu sorunun cevabı da biz izleyicilere kalıyor. Filmin bu evrensel alt metni bir hayli dikkat çekerken bir takım ufak tefek eksiklikler de ara sıra göze çarpabiliyor. Lakin filmi belgesel havasında izlediğiniz takdirde uzun müddet hafızalardan çıkmayacak şekilde özgün ve hoş bir seyirlik olduğu gerçeğini de hiçbir şey değiştirmiyor.

İnsan Avı / A Most Wanted Man (2014) Film Eleştirisi

Silahlı çatışmalar değil, gerçekler konuşuyor

Usta İngiliz casusluk romanları yazarı John le Carré, bir dönem İngiltere’nin gizli haberalma servisi olan MI6’de (Askeri İstihbarat Bölüm 6) görev aldığı için oradan edindiği tecrübeleri de hikayelerine yansıtarak türün içinde ayrı bir yer edinmiştir. İlk olarak 1965’te The Spy Who Came in from the Cold adlı eserini Martin Ritt sinemaya uyarladıktan sonra günümüze kadar romanları gerek sinemada gerek televizyonda defalarca karşımıza çıkmıştı. En taze olarak da 2011’de Tinker Tailor Soldier Spy’ı izlemiştik. Şimdi ise üç yıllık aranın ardından en son yazdığı romanlarından biri olan A Most Wanted Man, Anton Corbijn yönetmenliğinde beyaz perdedeki yerini alıyor. Zamanında konsolos olarak bulunduğu Hamburg’u öyküsüne mekan seçen John le Carré, romanı yazarken de Almanya’da yaşayan Murat Kurnaz’ın hikayesinden ilham almış.

Guantanamo’da haksız yere Taliban damgası yiyerek tutuklu kalan ve işkence gören Murat Kurnaz’ın o süreç boyunca yaşadıklarını anlattığı Hayatımın Beş Yılı adlı kitabı John le Carré’ye A Most Wanted Man’i yazarken yol göstermiş bir nevi. Film, Rus bir baba ile Çeçen bir annenin oğlu olan Issa Karpov’un Rusya’da maruz kaldığı işkencelerden canını kurtardıktan sonra Hamburg’a yasa dışı yollardan giriş yapmasıyla başlıyor. 11 Eylül travmasının ardından herhangi sakallı bir Müslüman’ın terörist olabileceği düşüncesiyle hareket edildiği için dış görünüşü yüzünden Karpov da çabucak bir istihbarat biriminin dikkatini çekiyor ve birimin başındaki Günther Bachmann tarafından direk gizli takibe alınıyor. Ardından iyi kalpli bir Türk anne-oğulun evine sığınıyor. Orada Melik ve annesi Leyla onu Tanrı misafiri olarak kabul ediyor ve Melik, Issa’nın Hamburg’a gelme sebebinin babasından kalan ciddi miktardaki paraya ulaşmak olduğunu öğrenince avukat arkadaşı Annabel ile tanıştırıyor.

İşinde son derece deneyimli ve çok da zeki bir ajan Günther Bachmann. Polislerden Issa’ya dokunmamalarını istiyor çünkü Issa’nın yüklü miktardaki bir paranın peşinde olduğunu biliyor ve onun parasıyla da bazı Müslüman yardım kuruluşları üzerinden para alışverişi yapan Dr. Abdullah’a, Dr. Abdullah’la da İslami terör örgütlerinin başına ulaşmayı hedefliyor. Yani kendi deyişiyle baraküda yakalamak için küçük balığa, köpek balığı yakalamak için ise baraküdaya ihtiyacı var. Aslında oldukça vicdani, insancıl ve akıllıca bir plan yapan ve bunu uygulamaya koymak için başta CIA’den olmak üzere tüm gerekli izinleri de sağlayan Günther’in gözden kaçırdığı önemli ayrıntı ise, bu devirde onun yaptığı planların ancak bir yere kadar işleyebileceği, o noktadan sonra kontrolün daha üst birimlere geçerek işin insancıl boyutunun umursanmayacağı ve kısaca dünyayı daha güvenli bir yer yaparken vicdana yer verilmeyeceği…

Zaten kullandığı arabadan, gittiği bardan, takındığı tavırlardan ve duruşundan anlaşıldığı üzere Günther, pek bu devrin adamı gibi değil, ayrıca diğer casusluk hikayelerindeki gibi bir ajan da hiç değil. Jason Bourne, Ethan Hunt ve James Bond gibi popüler, havalı ajanların aksine normal insana çok daha yakın bir karakter Günther. Film de keza aynı şekilde; alıştığımız tarzda, arabalı kovalamacaların, patlama-çatlamaların ve silahlı çatışmaların bolca yer aldığı aksiyon üzerine kurulmuş bir casusluk hikayesi anlatmıyor. Aksine -hemen hemen her John le Carré uyarlamasında olduğu gibi- gerçekçi ve düşündürücü bir yapıya sahip. Birçok farklı noktaya değinerek çarpıcı mesajlar veren, ciddi, sarsıcı, gerilimli, hüzünlü ve hayli etkileyici bir film duruyor perdede. Üstelik hiçbir şekilde komplike bir hal almayıp Avustralyalı senarist Andrew Bovell’ın rahat anlatımıyla kafalarda soru işareti bırakmayarak gayet anlaşılabilir bir formda ilerliyor.

Bu noktada filmin sürükleyici özelliğine şüphesiz her biri birbirinden kaliteli oyuncuların da büyük katkısı dokunuyor. Bilhassa da henüz yedi ay önce, genç yaşında talihsiz ve zamansız bir biçimde kaybettiğimiz usta aktör Philip Seymour Hoffman’ın ayakta alkışlanacak cinsten enfes performansına değinmek gerekiyor. Bitkin ve çökmüş vaziyette, tam da Günther Bachmann gibi bir ajan karakterine cuk oturan Hoffman, tüm filmi sırtlamayı başarıyor. Üzücü olan ise bu, kendisini son kez başrolde izlediğimiz film…

Ayrıca Hoffman’a film boyunca eşlik eden Rachel McAdams, Willem Dafoe, Robin Wright, Grigoriy Dobrygin ve Daniel Brühl de gayet etkili performanslar çıkarıyor. Kısa rollerde izlediğimiz yerli oyuncularımız Derya Alabora ve Tamer Yiğit de göründükleri sahnelerde üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyorlar.

Öte yandan Kontrol ve Centilmen filmleriyle tanıdığımız Hollandalı yönetmen Anton Corbijn’in aynı zamanda fotoğrafçı da olduğunu göz önünde bulundurursak Benoît Delhomme’un müthiş sinematografisinde onun da bir miktar payı olduğunu görebiliriz. Hikayenin ruhunu harikulade yansıtan, adeta birer fotoğraf gibi duran, genellikle gri ve soluk tonlardaki görüntüler filmi enfes bir şekilde tamamlıyor.

Buraya kadar kusursuz ilerleyen filmin bazı ufak tefek açıkları da var maalesef. En basitinden senaryodaki tahmin edilebilir noktalar filmin ritmini az da olsa düşürebiliyor. Olaylar çok hızlı geliştiği için bir iki yerde seyirci filmden kopabiliyor. Ayrıca Issa ile Annabel’in arasındaki ilişki de böyle bir filmin içinde sırıtacak kadar klişe kalıyor. Amma velakin bu tarz küçük teferruatlar, siz filmi merakla ve dikkatle izlerken kaybolup gidiyor.

İnsan Avı / A Most Wanted Man

Vizyon Tarihi: 05 Eylül 2014
Yapımı: 2013 – Almanya, ABD, İngiltere
Tür: Gerilim
Süre: 121 Dak.
Yönetmen: Anton Corbijn
Oyuncular: Rachel McAdams, Willem Dafoe, Philip Seymour Hoffman, Derya Alabora, Robin Wright
Senaryo: Andrew Bovell
Yapımcı: Stephen Cornwell, Tessa Ross

Son Sözler

80% ÇOK İYİ

John le Carré’ın romanından Anton Corbijn yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan A Most Wanted Man, etkileyici ve kapsamlı hikayesiyle dikkat çekerken alıştığımızın oldukça dışında bir casusluk filmi izlettiriyor. Silahlı çatışmaların yerine gerçekçiliğe önem veren film, baştan sona gizem ve gerilim unsurlarını ayakta tutarak seyirciyi kendine bağlamayı başarıyor. Ayrıca dramatik bir hava da estiriyor, birçok mesaja yer veriyor ve en önemlisi de komplikeleşmeden derdini yalın bir dille anlattığı için seyri hayli rahat ve keyifli oluyor. Zaten sadece, kısa süre önce zamansızca vefat eden Philip Seymour Hoffman’ı son başrolünde bir kez daha ustalığını konuştururken görmek için bile izlenecek bir film duruyor karşımızda.

  • Yönetmen 78 %
  • Oyuncular 83 %
  • Teknik 80 %
  • Müzik 77 %
  • Senaryo 80 %

Karabasan / The Babadook (2014) Film Eleştirisi

Korku türünde, sadece Amerikan değil, dünya sineması içinde de zaman geçtikçe özgünlükten yoksun eserler üretilmeye başlandı. Hele ki ‘perili ev’ ve ‘musallat ruh’ temalarının ise iyice suyu çıkarıldı. Zaten artık seyirciler de herhangi bir lunaparktaki korku tünelinden alacakları, iki çığlık atıp yerinde zıplama hazzını tatmin etmek üzere salonları doldurur hale geldiler. Anlayacağınız, James Wan imzalı Insidious ve The Conjuring (hep aynı örneği verdiğimin farkındayım!) tarzında istisnaları saymazsak, yıl içinde kolay tüketildiği gibi görmezden de gelinebilen o kadar fazla yapım geçip gidiyor ki artık tek tük iyi sayılabilecekleri bile ayırt etmek zorlaşıyor. Neyse ki ta Avustralya’dan çıkıp gelen The Babadook, düşük mü düşük bütçesine rağmen o kadar gişe canavarının içinde, adını duyurmayı bir şekilde başarıyor ve korku sinemasına geleceği hayli parlak bir kadın yönetmen kazandırıyor.

1991′de NIDA’dan (Avustralya Ulusal Drama Sanatları Enstitüsü) sahne sanatları bölümünden mezun olan fakat aktrisliğin yanında çocukluk hayalini gerçekleştirmek için senaristliğe ve yönetmenliğe de ilk kez 2005′de Monster adlı bir kısa filmle soyunan Jennifer Kent, ilk uzun metrajında ise bu festivalleri dolaşıp yoğun ilgi gören kısa filminden yararlanmayı seçiyor. Monster’daki, bir annenin evine musallat olan kötü ruh fikrini alıp çok daha incelikli bir hikayeye oturtuyor. Bir huzurevinde çalışan Amelia, kocasını, hamileyken kendisini doğuma yetiştirmeye çalıştığı vakit geçirdikleri bir kaza sonucu kaybetmiş. Olayın üstünden yaklaşık yedi yıl geçmesine rağmen hala bu trajediden kendini kurtaramayan Amelia, sorunlu oğlu Samuel ve şirin köpeğiyle büyükçe bir evde tek başına yaşıyor. Samuel, geceleri okudukları masallardan çok fazla etkilenen, hayal dünyası geniş olduğu için sosyal hayatta zorluklar çeken bir çocuk. Bir gece Samuel’in seçtiği “Mister Babadook” isimli bir kitabı okumalarıyla da bu durum iyice kötüleşiyor.

Ürkünç resimler ve tekerlemelerle dolu kitap, anne-oğlun hayatını yavaş yavaş bir kabusa dönüştürmeye başlıyor. Kitabı yok etmeye çalıştıkları sürece işler daha da sarpa sarıyor. Etrafta dolaşmaya başlayan gölgeler ve sesler gittikçe evi esir alıyor, kapılar kendiliğinden açılıp kapanıyor vs. Buraya kadar hikaye kulağa son derece tanıdık geliyor ama Babadook’un aileye dehşet saçan kötücül bir yaratıktan ziyade çok daha boyutlu bir şeyi simgelediği ortaya çıktıkça işler değişiyor. Babadook aslında Amelia ile Samuel’in acılarını yansıtıyor, yalnız bilhassa da Amelia’nın zihninden ve kalbinden besleniyor. Bir süre sonra geceleri uyuyamayıp kullandığı sakinleştiricilerle dünyadan kopmaya başlayan Amelia’nın, içine atıp durduğu üzüntü ve sıkıntılar kendisini sarıyor, buna inanmak istemeyip karşı koydukça da ‘canavarı’ kuvvetlendiriyor. Öyle ki kendi oğlunu bile öldürme isteğiyle çırpınacağı bir raddeye varıyor. Mühim olan soru ise, Amelia korkularıyla başa çıkabilecek ve onları kontrol edebilecek mi?

Bu noktada, bize maksadının ve hedefinin ne olduğunun açıklanmadığı Babadook’un gerçek olmadığını, sadece Ameila’nın bilinç altında yaşayıp onun hayallerinden ibaret olduğunu savunabiliriz. Çünkü Amelia, oğlunun davranış problemleriyle uğraşmaktan o kadar bitkin düşmüş ki kendi ruhsal sorunlarını göremez hale gelmiş. Zaten bir yerden sonra neyin hayal, neyin gerçek olduğunu seyirci de seçemiyor ancak oturup düşündüğümüz takdirde böyle bir karara ulaşmak çok da zor olmuyor. Fakat yine de filmin bu yönünün herkes için farklı bir anlam doğurabileceğini unutmamak gerekiyor. Zira Kent, Babadook’un ne olduğunu bize bırakmayı uygun görmüş. Ayrıca şunun da altını çizmiş, her ne kadar film korku türüne hizmet etse de bir sevgi hikayesi duruyor ortada. Nihayetinde anne sevgisinin gücüne karşı koyulamayacağı mesajı veriliyor ve perdedekinin safi korkutma amacı gütmediği, esasında çarpıcı, yoğun bir dram işlendiği anlaşılıyor.

Bu sebeple filme giden bir kısım izleyici kitlesi tarafından yeterince korkunç görülmeyeceğini belirtmekte fayda var. The Babadook, Kent’in de belirttiği üzere alışılmışın oldukça dışında, anlayan seyirciye birçok şey ifade edebilecek bir derinliğe sahip, ziyadesiyle özgün bir çalışma. Tabii burada Kent’in azımsanmayacak düzeydeki cesaretini ayakta alkışlamak lazım; henüz ilk uzun metrajında aynı alt metne sahip ama dram materyallerini öne çıkaran bir filmle kendini garantiye almak yerine riske girip dramı korkuyla harmanlayarak orijinal bir kimlik kazanıyor, doğrusu şapkayı hak ediyor!

Öte yandan Kent, oyuncu seçimlerinde de profesyonelce davranıyor. Amelia gibi zor bir karaktere, NIDA’da birlikte okuduğu arkadaşı Essie Davis’i gözünü kırpmadan yerleştiriyor ve Davis de rolünün hakkını veren harikulade bir performans çıkarıyor. Altı yaşındaki Samuel için ise Noah Wiseman’ı ilk görüşte beğenerek role oturtuyor ve böylece müthiş bir çocuk oyuncu keşfediyor.

Tüm bunların yanı sıra şüphesiz Kent’in en büyük ilham kaynağı olan, 1920′lerin başında ortaya çıkan Alman dışavurumculuğu, özellikle filmin soluk atmosferi, karanlık dekorları ve tedirgin edici ışık-gölge kullanımlarıyla anılıyor. Polonyalı görüntü yönetmeni Radek Ladczuk’un enfes sinematografisi, ürkütücü bir ev ortamı yaratmaya fazlasıyla yeterken o cansız görüntüler de filmin havasını mükemmel yakalıyor. Ayrıca Kent, hayranlık duyduğu eski korku filmlerine de -en belirgin biçimde Amelia’ya izleterek- saygısını sunuyor. Tüm bu esin kaynaklarını toplayıp kendi bakış açısıyla yorumlayarak da modern ve tamamen orijinal bir eser çıkartıyor. Hollywood’un ucuz klişelerinin ise (anne ile çocuğu koruyacak bir baba figürü eklemek ve olayları dinsel açıklamalarla donatmak gibi) birine bile yer vermiyor. Netice itibariyle de seyirciyi değişik yollardan etkileyen, derin öyküsüyle kafa kurcalayan, hayli ilginç ve değerli bir psikolojik korku sunuyor.

Karabasan / The Babadook

Vizyon Tarihi: 15 Ağustos 2014
Yapımı: 2014 – Avustralya
Tür: Dram, Gerilim, Korku
Süre: 92 Dak.
Yönetmen: Jennifer Kent
Oyuncular: Essie Davis, Adam Morgan, Craig Behenna, Daniel Henshall, Hayley Mcelhinney
Senaryo: Jennifer Kent
Yapımcı: Kristina Ceyton, Julie Byrne

Son Sözler

79% Çok İYİ

Aslen oyuncu olan ve ilk uzun metrajına soyunan Jennifer Kent, The Babadook’da 2005 yapımı kısa filmi Monster’ı taslak olarak ele alıyor. Hikayenin ana şablonunu koruyarak çok daha derinlikli bir işe girişiyor. Sorunlu oğlu Samuel’in doğduğu gün dul kalan Amelia, aradan yedi yıl geçmesine rağmen yaşadığı trajediyi üzerinden atamayan, üzüntülerini baskılayıp ruhsal sorunlarını göremeyen bir anne. İkilinin hayatı ise, bir gece “Mister Babadook” isimli kitabı okumalarıyla kabusa dönüşüyor. Böyle, bilindik duran hikaye, anne-oğlun evlerini ele geçirdiğini düşündükleri Babadook adındaki varlığın, kötücül bir canavardan çok, ikisinin kesişen acılarının bir çeşit yansıması olduğu açığa çıktıkça çok daha kapsamlı ve özgün bir hal alıyor. Damakta ayrıca bir psikolojik dram tadı bırakan filmin amacının da izleyiciyi korkutmaktan ziyade farklı yönden etkilemek ve düşündürmek olduğu anlaşılıyor.

  • Yönetmen 84 %
  • Oyuncular 80 %
  • Teknik 83 %
  • Müzik 65 %
  • Senaryo 82 %

Snowpiercer (2013) Kar Küreyici Filmi İzleyin

Lokomotifi kontrol eden dünyayı da kontrol eder!

Düşlerimizde cennet misali muazzam bir yer olarak hayal ettiğimiz gelecek, geçmişten beri bilim kurgu sinemasında daha çok karamsar bir bakış açısıyla karşımıza çıkar ve genellikle insanoğlunun kendi sonunu nasıl getireceğine dair çeşitli felaket tellallıkları yapılır. Bu çok da uzak olmayan gelecek tasvirlerinde en basitinden, ya teknoloji insanlığı esir alır, ya salgın halinde yayılan virüsler dünyadaki yaşamı siler, ya da küresel ısınma gibi çeşitli doğal afetler neslimizi tüketir. Tüm bu kendi sonumuzu hazırladığımız kötücül senaryoların -özellikle son dönemde karşımıza çıkanları ele alırsak- aslında şu an içinde bulunduğumuz zamanlarda yaşanan bazı olayların daha ileriki yıllarda nasıl bir şekle bürüneceğini göstermesi gibi de bir ortak yönü bulunur.

İşte tek kelimeyle kendine hayran bıraktıran Snowpiercer da günümüzün gittikçe sarpa saran dünyasının incelikli ve sert bir alegorisini yapıyor bir bakıma. Küresel ısınmayı engellemek amacıyla atmosferin üst katmanına yayılan CW7 isimli bir yapay soğutucu materyali, küresel sıcaklığı düşürüp gezegeni tekrar yaşanabilir hale getirmesi beklenirken dozu iyi ayarlanamadığından dünya buzlar altında kalmıştır. Tüm yaşamın yer yüzünden silindiği bu buzul çağında hayatta kalan az sayıdaki bir grup insan da durmaksızın giden yüksek teknoloji ürünü bir trenin içinde yeni dünyayı kurmuştur. En ön bölümde zenginlerin, arada orta sınıfın ve kuyrukta da alt tabakadan çıkma yoksulların barındığı, yani insanların toplumsal sınıflandırmaya tabi tutulduğu trende kapitalist bir düzen hakimdir, ayrımcılık ve eşitsizlik boy göstermektedir.

Garibanlar arka kısımda gün ışığına bile ulaşamadan, kendi pisliklerinde yatıp, içinde ne olduğunu, neyle yapıldığını bilmek istemeyeceğiniz protein çubuğu adındaki zıkkımlarla yaşamlarını sürdürürken trenin ucunda herkesin keyfi yerindedir, millet diskolarda, partilerde eğlenip, lezzetli yemekler yiyip hayatın tadını çıkarmaktadır. Lakin on yedi yıldır süren bu ‘ebedi düzenin’ artık bozulma vakti, ya da filmin bir bölümünde kendini ‘şapka’ya, fakirleri ‘ayakkabı’ya benzeten ve “ben kafa için varım, siz ise ayaklar için” diyen Mason’ın tabiriyle ‘ayakkabının kafaya çıkma’ zamanı gelmiştir. Herkesin güvendiği ve sevdiği biri olan Curtis’in liderliğinde, daha önce denenmiş ve başarısız olmuş isyanların aksine bu sefer çok daha büyük çaplı bir ayaklanma yaşanacaktır. Amaç ise tüm vagonları geçip trenin burnuna, kutsal ve gizemli lokomotife, ilahi Wilford’a ulaşmaktır. Çünkü “lokomotifi kontrol eden dünyayı kontrol eder!”

Çocukluğundan bu yana trenlere düşkün olan ve büyüyünce trenlerde yaşamayı düşleyen Wilford’un en büyük hayali dünyadaki demiryollarının hepsini tek bir hat üzerinde bağlayan olağanüstü şatafatlı bir tren icat etmekmiş. Ama tabii insanın doğasında var her şeye hükmetme arzusu; bir nevi olacakları öngören ve seçkin bir azınlığı bu tren ile kurtaran Wilford’un da, aslında en başından beri istediği şey tüm insanlığı kontrol ederek yeni dünyanın tanrısı konumuna gelmekmiş meğer. İnsanlar ona tapıyor, ilahi görüyor, kutsal sayıyor… Yalnız bir şey var ki o bir diktatör, adalete yer vermiyor ve bu yüzden de her an yıkılmaya mahkum.

Diğer taraftan da film size, Wilford’un bu yoksul halkı, hizmet etmeleri için kullanmadıktan sonra ne diye treninde barındırdığını, onları aşağılayıp, tehdit edip, yine de öldürmeyip neden rezil vaziyette yaşamalarına izin verdiğini sordurtuyor. Parçaların tek tek yerine oturduğu vurucu ve sarsıcı son bölümde bu sorunun da yanıtı geliyor neyse ki…

Güney Koreli sinemacı, The Host ve Mother filmleriyle tanıdığımız Bong Joon-ho’nun ilk kez Hollywood ile çalıştığı filminde özgünlüğünden bir şey kaybetmeyip hatta bu işbirliğini lehine çevirerek usta yönetmenler kategorisine yükselmeyi başarması kanımca kuvvetli bir alkışı hak ediyor. Trendeki hiyerarşik yapılanma, dünyamızın şu anki düzeninin bir çeşit yansıması olduğu için de yönetmenin dillendirdikleri ayriyeten değer kazanıyor. Filmin yönelttiği toplumsal mesajların ve kapitalist sisteme getirdiği eleştirilerin anlamı da böylece büyüyor. Bu noktada filmin bu gerçekçi kurgusunun yanında Bong’un en önde gelen dayanağı da filmi uyarladığı post-apokaliptik hikayenin güçlü ve zengin içeriği. Jacques Lob ile Jean-Mark Rochette’in yarattığı, ilki 1982 yılında basılan ve kuvvetli bir politik alt metne sahip olan Le Transperceneige adlı çizgi romandaki üslubun, filmin böylesi ağır bir konuyu, izleyiciyi boğmayacak şekilde işleyebilmesinde ciddi bir katkısının dokunduğuna şüphe yok.

Tabii Bong’un bu enfes kıyamet sonrası atmosferini yaratırken türünün birçok kült örneğinden ilham aldığını da görüyoruz. Fakat buradaki en çok dikkat gerektiren nokta, tüm bu esin kaynaklarının filme aşılanmadan önce Bong’un süzgecinden geçerek ortaya tamamen yeni bir şey olarak çıkmaları. Yani Snowpiercer’ı tüm tanıdıklığına rağmen orijinal bir iş olarak değerlendirmemizin altında da Bong’un imzası yatıyor. Oluşturduğu bol detaylı distopik evren, çoğunlukla tek mekanda sıkışmış olsa da seyirciyi ele geçirmeyi çok iyi biliyor. Dört tarafı çelik yığınıyla kaplı upuzun bir kutunun içindeki insanların hissettirdiği klostrofobi sezgisi filmin her köşesine sinmiş vaziyette, harikulade kamera açıları ve renk paletleri de bunu fazlasıyla desteklemekte. Kimi anlarda dozu kaçan ama bu sayede de filmi hafifleten kanlı baltalı ve biraz da silah patırtılı aksiyon sahneleri ise mükemmel kotarılmış.

Ayrıca birbirinden iyi, fevkalade oyunculukların da filme gözle görülenden dahi fazla yardımı dokunduğunu unutmamak gerekiyor. Tilda Swinton’ın vasat bir oyunculukla kolaylıkla karikatürize bir şekle bürünebilecek Mason karakterinde hafızalardan çıkmayacak performansı, Chris Evans’ın Kaptan Amerika kostümleriyle uçup kaçtıktan sonra buraya gelip, üstelik başrolde yer alıp herkesin ağzını açık bıraktıran oyunu ve Ed Harris ile John Hurt’ın her zamanki müthiş duruşları en öne çıkanlar sadece. Bunların yanında Jamie Bell, Alison Pill, Octavia Spencer ve Bong’un müdavimleri Ah-sung Ko ile Kang-ho Song da adlarından söz edilmeyi fazlasıyla hak ediyorlar.

En nihayetinde toparlayınca Snowpiercer, son yıllarda karşılaştığımız post-apokaliptik ve distopik eserler arasında en önemlilerin başında geliyor. Şimdiden bir sürü tartışmaya yol açan, ‘umut dolu’ finali ise kanımca filmin üzerinde daha çok düşünülmesi ve kafa yorulması gerektiğinin başlıca göstergesi. Evet filmin en ufak bir açığından bile bahsetmedik ama zaten, bir film sınırlı şekilde piyasaya sürülmüş olmasına rağmen tüm dünyaya adını duyurup kendini beğendirmeyi başarıyorsa bu kadar övgüyü en başından hak etmiştir bence.

Snowpiercer

Vizyon Tarihi: Belirsiz
Yapımı: 2013 – ABD, GüneyKore, Fransa, Çek Cumhuriyeti
Tür: Bilim Kurgu, Dram
Süre: 109 Dak.
Yönetmen: Joon-ho Bong
Oyuncular: Chris Evans, Ed Harris, John Hurt, Tilda Swinton, Jamie Bell
Senaryo: Joon-ho Bong, Kelly Masterson
Yapımcı: Park Chan-Wook, Tae-sung Jeong

Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın / Sin City: A Dame to Kill For

Günümüzde fena halde revaçta olan Marvel ve DC Comics’lerin sinema macerası aslında bundan dokuz yıl önce de yaygındı ve farklı şeyler yapmak gene büyük bir risk taşıyordu. Çizgi roman üstadı Frank Miller’ın meşhur serisi Sin City’yi de, Hollywood kalıplarına uydurmadan özgün ruhunu koruyarak piyasaya sürmek, takdir edersiniz ki pek kolay iş değildi. Miller, henüz daha genç ve tecrübesiz zamanlarındaki Robert Rodriguez’i de yanına alıp Quentin Tarantino’yu yardımcılığa oturtarak bu projeye dalmış ve belki de hiç beklemediği kadar büyük bir yankı uyandırmıştı. Sin City, son derece orijinal bir kalemden çıkmış, cinselliği, şiddeti ve kanı esirgemeyip daha çok yetişkinlere hitap eden çizgi romanı, “R rated” damgasını göze alarak olduğu gibi perdeye yansıtan oldukça ilginç bir üsluba sahipti ve kimisinin nefret edeceği, kimisinin ise zevkten bayılacağı bir havası vardı. Nitekim kısa sürede kendi hayran kitlesini de elde etmişti fakat nedense devam filmi ta dokuz yıl sonra geldi.

Akla ilk gelen soru belli; ikinci bölüm niçin bu kadar gecikti? Belki de Miller ile Rodriguez’in farklı projelerde yer almalarından dolayıdır, gerçi kendileri de cevaplayamadıktan sonra kim bilir? Önemli olan aradan geçen dokuz yılın devam filmine yarayıp yaramadığı. Doğrusunu söylemek gerekirse de dört dörtlük vaziyetteki ilk filmin mirasından beslenen ve üzerine fazla bir şey katmaksızın sadece gelişmiş teknolojinin nimetlerinden faydalanarak aynı tadı yakalamaya çalışıp bunu da başaran bir yapım duruyor karşımızda. Zaten neyse ki Miller ve Rodriguez, kült filmler arasına katılan eserlerine yakışacak bir devam filmi çekecek kapasitede bir yönetmen ikilisi. Yalnız diğer taraftan da tek tek değerlendirildiklerinde yönetmenlik becerilerinden bir parça kuşku duymamak da elde değil. Sin City’den bu yana geçen zamanda, teki The Spirit ile beklenmedik derecede büyük bir hayal kırıklığı yaşatırken diğeri de Machete gibi ortalamayı ancak tutturabilen B tipi filmlerle kariyerini sürdürmüştü. Yani ayrıldıklarında ortakken yakaladıkları başarıdan eser yoktu ve sanki adeta birbirlerinin tamamlayıcısı gibiydiler.

Bunu kendileri de anlamış olacak ki, en nihayetinde tekrar bir araya gelme kararını almışlar. Dokuz yıllık duraklama döneminden sonra Miller-Rodriguez ikilisi Quentin Tarantino’nun eksiğini hiçbir şekilde hissettirmeyerek hikayeyi kaldığı yerden devam ettiriyorlar. İlk filmdeki gibi yine sert, güçlü ve sevdikleri/korudukları kadınlar uğruna ölebilecek/öldürebilecek üç erkeğin birbiriyle kısmen paralel ilerleyen ve bir şekilde bağlanan öykülerine tanık oluyoruz. Film ilkine kıyasla daha derli toplu bir açılış yapıyor, ilerleyen sürelerde en sık karşılaşacağımız Marv karakteriyle ve onun dış ses anlatımıyla yola koyuluyor. İlk hikaye, hileci kumarbaz Johnny’nin Marcie adındaki bir striptizciyi şans meleği diye yanına alıp şehrin en tehlikeli adamı Senatör Roark’ı pokerde göz göre göre kızdırarak başına açtığı büyük belaya odaklanıyor. İkinci hikayede, ilk filmden tanıdığımız, tek aşkı Hartigan’ın ölümünü hala sindirememiş, üzüntüsü taze ve öcünü almakta kararlı dansçı Nancy ve onu koruyan iyi yürekli dev adam Marv ile karşılaşıyoruz. Hemen peşinden gelen üçüncü hikaye ise filmin ana hikayesi…

Geçirdiği ameliyat sonrası yüzü ve görünümü baştan aşağı değişmiş bir şekilde karşımıza çıkan Dwight McCarthy’nin etrafında şekillenen bölümde kendisini, hayatında sıfırdan temiz bir sayfa açmak için uğraşırken görüyoruz. Ne var ki, işler umduğu gibi gitmiyor ve geçmişte acı bir şekilde kalbini kırıp onu terk eden, üzerine de Damien Lord adında milyarder bir adam ile evlenen büyük aşkı Ava’nın, kocasını şikayet ederek yardıma muhtaç zavallı ayaklarında kapısını çalmasıyla kendini tekrar tehlikenin ortasında buluyor. Ava’nın baştan çıkarıcı güzelliği karşısında Basin şehrinde kimseye güvenilmeyeceğini unutan Dwight, hazır kıç tekmeleyecek birilerini arayan Marv’dan da yardım isteyerek Ava’nın uğruna öldürmek ve ölmek üzere kolları sıvıyor. Bu esnada Old Town’daki eski dostu Gail’e de uğramayı ihmal etmiyor. Anlayacağınız, ilk filmin neredeyse aynısı bir olay örgüsü ve benzer hikayeler var yine. Üçünün kesişim noktası Kadie’s Club, hepsinin -uzaktan ya da yakından- ortak hedefi de Roark.

Hikayesine bakıldığında, zaten kara film janrının gerektirdiği, aşk, ihanet, intikam, suç, para, femme fatale, tuhaf tiplemeler ve kasvetli mekanlar gibi hemen hemen her türlü temayı kullanan Sin City’nin alıştığımız çizgi romanlardan ayrışıp uçuk bir film noir havasına bürünmesindeki en etkili unsur da, şüphesiz Miller’ın yarattığı alternatif kabus dünya. Amerika kıtasına yerleştirilmiş bu hayali şehirde, adından da anlaşılacağı üzere aklınıza gelebilecek her türlü günah gece gündüz demeden işleniyor, sokaklar katil ve aşağılık insanlarla kaynıyor. Öldürerek hayatta kalınan bu şehir, tam anlamıyla cehennem gibi. Yalnız asıl dikkat gerektiren nokta ise bu cehennemin yansıtıldığı görseller. Miller-Rodriguez ikilisi, siyah beyaz çizgi romanın karelerini direk olarak alıp bilgisayarda şekillendirerek daha önce eşine rastlanmamış bir atmosfer yaratmışlardı. Bir bakıma çizgi romanı canlandırarak tamamen yeşil perde önünde, stüdyoda çekilmiş görüntülerin animasyonluğuyla filme tarif edilemez bir orijinalite kazandırmışlardı. Şimdi de gelişmiş teknolojiyle bunu bir tık daha ileri götürüyorlar.

Ayrıca bunun yanı sıra, siyah beyaz görüntülerdeki renklendirme numaralarının filme kazandırdığı estetik de gene fazlasıyla dikkat çekiyor. Bir bakıyorsunuz Ava’nın gözleri yeşil, pardesüsü mavi oluyor, Marcie komple renkleniyor veya Gail ile Nancy’nin dudakları kırmızı rujla kaplanıyor. Lakin dikkatinizi çektiği üzere -bazı kan efektleri ve model arabalar hariç- ilk filmde de olduğu gibi yine daha da cezbedici görünüp ön plana çıkmaları adına en çok femme fatale modeli, yani çekici, seksi ve ölümcül kadınlar renklendiriliyor. Buradan kadınların Sin City’nin en renkli karakterleri olduğu da anlaşılıyor.

Öte yandan A Dame to Kill For’un tüm teknik detayların yanı sıra ilk filmden üstün geldiği tek tük noktalardan biri ise iyice genişleyen yıldızlar geçidi. Haklı olarak rolü arttırılan Mickey Rourke, güzelliğiyle dikkatleri üzerine çeken Jessica Alba, olmazsa olmazlardan Rosario Dawson ve hayalet olarak görünse de varlığı yeten Bruce Willis’in yanına katılan, Josh Brolin (ameliyatlı Dwight), Jamie Chung (Miho karakterinde Devon Aoki yerine), Joseph Gordon-Levitt (Johnny), Dennis Haysbert (yeni Manute) ve filmin en gözde karakteri olup femme fatale tabirine cuk oturan Ava Lord’u harikulade bir performansla canlandıran Eva Green kadronun kuvvetlenmesine fazlasıyla yetiyorlar.

Uzun lafın kısası, A Dame to Kill For, pek bir yenilik getirmeyip ilk filmin gücüyle ayakta durduğu için tek başına değerli bir yapım olmaktan uzak. Fakat büyük ölçüde ilk filmin tadını yakalamayı başarıp devam filmi olarak bekleneni verdiği için seriyi ve çizgi roman sevenleri gayet memnun edecek bir iş olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın / Sin City: A Dame to Kill For

Vizyon Tarihi: 22 Ağustos 2014
Yapımı: 2014 – ABD
Tür: Aksiyon, Gerilim, Suç
Süre: 102 Dak.
Yönetmen: Robert Rodriguez, Frank Miller
Oyuncular: Bruce Willis, Jessica Alba, Joseph Gordon-Levitt, Eva Green, Mickey Rourke
Senaryo: Robert Rodriguez, Frank Miller, William Monahan
Yapımcı: Robert Rodriguez, Frank Miller

Son Sözler

69% Fena Değil

Frank Miller’ın, Robert Rodriguez ile birlikte aynı adlı meşhur neo-noir tarzı çizgi romanından perdeye aktardığı Sin City, kendi türünün içinde eşine rastlanmayan bir örnek olarak kısa sürede kült filmler arasına girmişti. Dokuz yıl sonra gelen devam filminde de, tekrar koltuğa oturan şapka fetişisti yönetmen ikilisi herhangi bir yeniliğe gitmeden ilkinin desteğiyle ayakta durabilecek bir iş çıkarmayı seçiyorlar. Neyse ki ilk filmin tadını büyük ölçüde vermeyi başarıyorlar. Adeta çizgi roman karelerini canlandırırmışçasına yarattıkları enfes görsellik ve renk oyunları yine filmin estetik açıdan en büyük dayanağı oluyor. Lakin bazı eksikler de yok değil, mesela hikaye anlatış biçimi ve olaylar neredeyse birebir şekilde taşındığı için bazı sahnelerin aşırı benzerliği biraz göze batabiliyor. Ama en nihayetinde seriyi sevenleri, yine de gayet tatmin edici bir devam filmi bekliyor.

  • Yönetmen 70 %
  • Oyuncular 72 %
  • Teknik 80 %
  • Müzik 68 %
  • Senaryo 57 %

Lucy İzlemek İsteyenlere – Film Eleştirisi

Bir zamanlar, Nikita ve Léon: Sevginin Gücü (hatta 5. Element ve Derinlik Sarhoşluğu’nu da dahil edebiliriz) gibi unutulmaz yapımlarla şanını yüceltip önemli yönetmenler kategorisine giren fakat sonrasında daha çok yapımcılık ile senaristlik kulvarına geçiş yaparak git gide değerini yitiren hafif çılgın Fransız sinemacı Luc Besson, son yıllardaki işleriyle de piyasa yönetmenlerinin arasından çıkıp kolay kolay eski saygınlığını geri kazanamayacağını kanıtlıyordu. Kendisi, son zamanlarda Hollywood’a yazdığı ısmarlama senaryolarla seri üretimlerin arkasında yer almayı iyice alışkanlık haline getirmiş ve yönetmenlik koltuğuna geçtiğinde de Arthur ile Minimoylar gibi vasat altı işlere imza atmaya başlamıştı. Geçen yılki kara mizah denemesi Malavita: Belalı Tanık’ta zar zor vasatı bulan Besson, ilk bakışta iddialı duran yeni projesiyle ise bir miktar hayal kırıklığı yaşatsa da neyse ki bu seviyeyi koruyabiliyor.

Besson, Lucy ile belki de son birkaç yıldır karaladığı çerçöp içinde ilk defa ana fikri ilginç bir hikaye yazıyor. Normal bir insanın beyninin yalnızca %10’unu kullanabildiğini savunan tezleri ele alıyor ve diyor ki, %100’üne ulaşırsak ne olur? Fikrinin bilimsel bir desteği olmadığını kendi de belirtiyor ama yine de bunu ciddiye almakta ısrar ediyor nedense? Bol aksiyonun yanında çok önemli sorular da soruyor ve kendi içinde tutarsız bir hal alınca film, insan neye dikkat edeceğini şaşırıyor. Scarlett Johansson’un, Under the Skin’deki Laura’sı ile Marvel’daki Black Widow’ının karması bir karakterde tüm çekiciliğiyle kötü adamları bir güzel haklayıp uçup kaçtığı ve Fransız sokaklarının yerle bir olduğu yani temponun tavan yaptığı seyir zevki yüksek sahnelere mi odaklanalım, yoksa Discovery Science’dan fırlamış evrenin doğuşuyla ilgili meselelerle kafa yorup bize yaşamın verildikten sonra onu nasıl kullandığımızı falan eleştirel bir şekilde düşünmeye mi çalışalım? Ben ilkini seçiyorum…

Meşhur Besson usûlü kadın karakterlerden biri Lucy de, başlangıçta sıradan ve hayli narin olup giderek güç kazanan ve tek kişilik dev kadroya dönüşen dişi kahramanlarından. Yalnız Lucy diğer Besson kızlarından bin kat daha yetenekli ve adeta bir mutanta benziyor. En azından Besson şunu düşünmüş (!), Lucy’yi direk anasının karnından süper insan olarak doğurtmuyor ve ilk etapta onun saf insan modeliyle de tanıştırıyor seyirciyi. Açılışta Tayvan’ın başkenti Taipei’de okuyan Lucy’yi, henüz birlikteliği çok taze olan, kirli işlere bulaşmış erkek arkadaşıyla birlikte bir otelin önünde, ne idüğü belirsiz bir çantayı sevgilisinin yoğun rızası üzerine otelde bekleyen Mr. Jang’e teslim edip etmeyeceğini tartışırken buluyoruz. Sonunda kaybeden Lucy oluyor ve otele girip çantayı Mr. Jang’e ulaştırmak zorunda kalıyor. Bunun üzerine çantanın içinden çıkan uyuşturucu ve dil uyuşmazlığından doğan anlaşmazlıklar derken, Lucy birden karnına yerleştirilmiş bir paket uyuşturucu ile birlikte Mr. Jang’in kuryesi oluveriyor.

Ardından da karnındaki paketin patlaması üzerine vücuduna sızan, hamile bir kadının rahmindeki bebeğin kemik gelişimine yarayan, fazlası ise vücuda atom bombası etkisi yaratan CPH4 maddesinden üretilen yeni model sentetik uyuşturucu ona doğaüstü yetenekler kazandırıyor. Zaten bu andan itibaren Lucy’nin sergilediği türlü numaralarla vakit öldürmeye başlıyorsunuz ve filmin ucuz bir aksiyondan öteye gidemeyeceğini de anlıyorsunuz. Beyin kapasitesi arttıkça, iletişim aygıtlarının içine girmekten zihin okumaya kadar her türlü kabiliyeti kazanan Lucy’yi giderek daha da kuvvetlenen bir süper kahraman olarak kabul ediyor ve yardım aldığı alık polislerle birlikte şehrin ortasında Uzak Doğulu mafya adamlarının hakkından gelişini zevkle izlemeye bakıyorsunuz. Aksi halde kafanızı işin ciddiyetine takar, filmin varoluşsal ve evrimsel konuları nasıl ahmakça ele alıp öylesine harcadığını düşünürseniz filmden nefret etmeniz bile mümkün.

Aslında film üzerinde düşünülmeyi pek hak etmediğinden burada biraz da kendi kendinize işkence etmiş olursunuz. Ama yine de insan aklına getirmeden edemiyor, filmin hayal gücünün sınırlarını zorlayabilecek müthiş çarpıcı, hakiki ve orijinal diyemesek de çekici bir bilim-kurgu eseri olabilecekken izle-unut tadında bir çerezlik olarak kalmasına çaresiz üzülüyorsunuz. Benzerlerine dönüp baktığımızda (çok uzaklaşıp Akıl Oyunları gibi yapıtlarla kıyaslamaya gerek yok) henüz üç yıl önce izlediğimiz Neil Burger imzalı Limitless mesela, Lucy’nin aksine en azından kendi içinde bir çelişkiye uğramamayı başarıyordu. Besson ise, inandırıcılıktan yoksun hikayesinin temelinde ‘tek geçerli ölçek zamandır’ demeye çalışıyor ama bunu diyebilmek için ıkınıyor resmen, aralara belgesel görüntüleri serpiştirmekten tutun evrim teorisini karıştırmaya kadar her yolu kazıyor ama mantıklı bir çıkış kapısı bir türlü bulamadığından boğulup gidiyor.

Tabii bir de tüm bilimsel mevzuların açıklanması için -çok lazımmış gibi- esas öyküye paralel eklenmiş bir profesör de eksik değil. Bir yanda Lucy, vücuduna sızan madde yüzünden can çekişip insanüstü bir varlığa dönüşürken diğer yanda da Professor Norman tarafından beynin yüzdelik kullanımıyla ilgili teoriler sunuluyor. Tahmin edersiniz ki ikisi bir noktada buluşuyor ve nihayetinde Norman, Lucy’yi yani sözüm ona evrenin sırrını bir USB olarak cebine atıyor.

Elbette Norman rolünde izlediğimiz kişi, profesör bozuntusu, bilge adam tiplemelerinin vazgeçilmezi Morgan Freeman’in ta kendisi ve bana kalırsa şu son oyunuyla da artık bu rolleri geri çevirmesinin zamanının geldiğini gösteriyor. Scarlett Johansson ise kamera açıları yüzünden her ne kadar seksiliğini sergilemeye fırsat bulamayıp Black Widow’daki performansını yakalayamasa da filmi hareketlendirmeye yetiyor. Güney Kore’nin büyük aktörü Min-sik Choi de beklendiği gibi bir kurtarıcılık sağlayamayıp harcanmış izlenimi yaratıyor.

Kısaca, Lucy beyninin yüzde 100’ünü kullanırken Besson kendisininkinin yüzde 10’unu bile kullanmak istemiyor ve güzel bir konuyu ucuzca harcıyor. Ortaya da, beyninizin yüzde 1’ini dahi kullanmadan izleyebileceğiniz vasat bir seyirlik çıkıyor.

Lucy

Vizyon Tarihi: 08 Ağustos 2014
Yapımı: 2014 – ABD , Fransa
Tür: Aksiyon, Gerilim
Süre: 90 Dak.
Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Morgan Freeman, Scarlett Johansson, Min-sik Choi, Analeigh Tipton, Mason Lee
Senaryo: Luc Besson
Yapımcı: Luc Besson, Christopher Lambert

Yabancı Film İzle

 

Yabancı film izleme konusunda ülkemiz çok üst sıralarda yer alıyor. Bizde yabancı film severler için özel olarak seçtiğimiz filmlerden özet hazırladık.

MALEFİZ – MALEFICENT İZLE

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=CONw_ebgwCE&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Kraliçe Malefiz, barışı seven bir orman krallığında büyümüş, sakin, huzurlu bir hayatı olan, güzel ve genç bir kadındır. Ancak Stephan, kraliçe Malefiz’in topraklarını tehdit etmeye başlamıştır. Bir zamanlar inandığı bu adam, topraklarını tehdit etmeye başladıktan sonra, acımasız bir kadına dönüşür. Topraklarını korumak adına, saflığını, iyi niyetini feda etmiş ve uğradığı ihanet karşısında da taş kalpli bir kadına dönüşmüştür.

Aurora’yı 100 yıllık bir ölüm uykusuna mahkum eden kraliçe Malefiz, herkesin korktuğu, hatta nefret ettiği bir kadına dönmüştür. Herkes, eski sevecen, iyiliksever, Malefiz’i özlerken, acımasızlığı ve taş kalpliliğiyle herkesin nefretini ve öfkesini kazanmıştır. Bu lanet, uzun bir süre daha böyle devam edecektir. Malefiz filmi şuan ülkemizde, yabancı filmler türkçe dublaj ve yabancı film altyazılı kategorilerinde izlenmektedir.

PARA AVCISI – THE WOLF OF WALL STREET

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=idAVRvQeYAE&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Jordan Belfort, çok hırslı bir gençtir. Para kazanmak için ilk önce Wall Street’de komisyoncu olarak işe başlar ve sonrasında da bir yatırım firmasının CEO’su olur. Ancak, Jordan Belfort, öyle şeyler yapmaktadır ki bir gün içinde hesaplarını doldururken aynı zamanda doldurduğu hesabındaki paraları gönlünce harcayabilmektedir.

Küçük tahvillerle birçok müşterisini aldatarak çok büyük bir servet sahibi olan Jordan Belfort, parasını uyuşturucu ve gece hayatında harcamaya başlar. Ayrıca kirli işlere de bulaşan Jordan’ın bu lüks hayatı çok uzun süre devam etmeyecektir. Bir anda milyon dolarlar kazanırken, yaptığı tüm harcamalar ve yaşadığı hayat yüzünden kazandığı bu serveti çok kolay kaybetmeyi de göze almak zorundadır. Yabancı film izle 2013 kategorisinde yer alan filmimiz hakkında daha detaylı bilgi almak için tıklayın ⇒ http://www.imdb.com/title/tt0993846/

KAPTAN AMERİKA: KIŞ ASKERİ – CAPTAIN AMERICA: THE WINTER SOLDIER

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=QzxpLVQFhyI&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Steve Roger, Nick Fury ve halen çalışmaya devam ettikleri gizli örgütleri Shield ile hem işbirliği yapmakta hem de yaşamaya başladıkları yeni dünyaya ayak uydurmaya çalışmaktadırlar. Ruslar, don haline gelmiş bir gölde bir adam bulurlar. Bu adam, öldürme konusunda tam bir makinedir. Ruslar, bu adamı özel kuvvetler içinde yetiştirir ve adına kış askeri adını verirler. Amaç, bu ölümcül adamı kullanarak önlerine gelen her şeyi yok etmesini sağlamaktır.

Tüm dünyaya korku salacak olan bu ölüm makinesi için Shield örgütünden yardım istenir. Kaptan Amerika, Falcon ve Kara Dul ile birlikte Ruslar’ın yetiştirdiği bu adama karşı güç birliğinde bulunurlar. Ama işleri gerçekten çok zordur. Film Türkiye’de türkçe dublaj izlemek isteyenler için çeviri yapılarak sinema severlerin hizmetine sunulmuştur. Filme ait değerlendirmeler için tıklayın ⇒ http://www.beyazperde.com/filmler/film-193113/

İNTİKAM – VENDETTA

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=k_13fFIrhPk&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]Jimmy Vickers’ın mutlu bir evliliği ve gerçekten mutlu ve düzenli bir hayatı vardır. Bir gün, Jimmy Vickers’in babası, bir soygunun tam ortasında kalmış ve çıkan çatışmada bir soyguncu Jimmy Vickers’ın babası tarafından öldürülmüştür. Ancak bu olayı unutmayan soyguncunun diğer arkadaşları ise, bu olayın intikamını almak istemektedirler.

Bu intikam yolunu da Jimmy Vickers’ın ailesini yakarak katletmekte bulurlar. Bu olay karşısında tüm dünyası altüst olan Jimmy Vickers, intikam almanın yollarını aramaya başlar. Bir anda kendisini bir kan davası gibi bir olayın içinde bulan Jimy Vickers, soyguncuların peşine düşer. Tam bir çete savaşına dönecek olan intikam ise bir anda Londra sokaklarını kana bulayacaktır. Vendetta, yabancı film izle hd kategorisinde film severlerin izlemesi için bekliyor. Filme ait IMDB detayları için tıklayın  ⇒  http://www.imdb.com/title/tt0434409/

300: BİR İMPARATORLUĞUN YÜKSELİŞİ – 300: RISE OF AN EMPIRE

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=9J3B0o65WHY&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Kral Leonidas ve onu korumakla görevli Thermopylae, Pers ordusunu uzaklaştırmıştır. Diğer taraftan general Themistocles de dağılan askerlerini Persleri püskürtmeleri için toplamaya çalışmaktadır. Komutan Xerxes Atina’yı ele geçirmiştir. Artemisia, çok acımasız ve türlü türlü dalavereyle ünlü bir Pers komutanıdır.

Themistocles, Artemisa ile savaşmak zorundadır. Ancak, Artemisa, Yunanlılara karşı aşırı öfke ve nefret beslemektedir. Bu aşırı öfke ve nefret, kendisini daha karşı konulmaz ve acımasız bir adam yapmıştır. Themistocles’in işi Artemisa’ya karşı çok zordur. Bu yüzden eskiden rakip oldukları Spartalı savaşçılarla birleşmek zorunda kalacaklardır. Böylelikle Themistocles, hem kendi ordusu hem de Spartalı savaşçılarla beraber Artemisa’ya karşı daha güçlü olacak ve Artemisa’ya karşı belki de savaşı kazanacaktır.

TARZAN – Yabancı Filmler Seyret

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=saXPKAHG5y4&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Bay ve Bayan Greystone, bir helikopter kazasında hayatlarını kaybeder. Oğulları John ise, bu kazadan canlı olarak kurtulmuştur. Bir ormanda tek başına kalan John, maymunlar tarafından büyütülür. Ormandaki hemen her hayvanın dilinden anlamaya başlayan John, artık ormana iyice alışmıştır. Ormanda sağ kalmanın yollarını ve tehlikeli hayvanlara karşı nasıl kendisini koruması gerektiğini öğrenmiştir. Aradan uzun yıllar geçer.

Bir gün ormanda gezinirken Jane’e rastlayan John, bir anda Jane’den hoşlanmaya başlar. Jane’in babası gezgindir ve bu gezide babasına refakat etmektedir. Zamanla birbirlerini alışmaya ve sevmeye başlayan Jane ve John arasında bir ilişki başlayacaktır. Fakat Jane ve John’un dünyası tamamen farklıdır. Jane şehirde büyümüş, bilgili bir kişidir. John ise hayvanlar tarafından büyütülmüş bir çocuktur. Çok geçmeden John, Jane ile aralarındaki farkı anlayacaktır.

GÜZEL VE ÇİRKİN – Yabancı Filmler İzle

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=lAxRNwyKRtg&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Altı çocuklu başarılı bir tüccar, bir deniz kazasında tüm mallarını kaybeder ve maddi yönden sıkıntıya düşer. Altı çocuğunu da alarak daha kırsalda yaşamak zorunda kalırlar. Ancak, yolculuklarının sonunda gül çaldığını iddia eden çirkin tarafından cezaya çarptırılır. Tüccarın kızlarının en küçüğü ve en güzeli, bunun kendi suçu olduğunu düşünerek babasının suçunu üstlenir ve çirkin ile birlikte aynı şatoda yaşamaya başlar. Zamanla birbirlerini tanımaya başlayan çirkin ve güzel, birbirlerine yakınlaşmaya başlarlar.

Güzel, çirkinin aslında çok yakışıklı bir prens olduğunu, kendisine bu şekilde bir büyü yapılarak bu şatoda yaşamaya mahkum edildiğini öğrenir. Artık güzelin tek istediği, çirkini bu büyüden kurtarmak ve çirkini eski haline kavuşturmaktır.

 

YÜKSEK RİSK – STARRED UP –  Yabancı film izle altyazılı

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=RWWYxfzMC_4&feature=youtu.be” width=”600″

height=”400″]Oliver, bir dizi şiddet içeren olaylara karıştığı için çocuk ıslahevine gönderilmiştir. Ancak, burada şiddete eğilimi nedeniyle yetişkinler kısmına geçirilmiştir. Geldiği yetişkinler bölümünde, babasını tanıyan ve babasının başından geçen olaylar hakkında bilgi sahibi olan bir adamla karşılaşır. Babasının başına gelen olayları araştırmaya başladığında ise, bir sürü gizemli olayların olduğunu fark eder.

Araştırmasını ne kadar çok derinleştirirse o kadar çok olayların içine girmeye başlayan Oliver, daha sonra kendisinin bile anlayamayacağı bir şekilde babası hakkında araştırdığı şeylerin tam ortasında kaldığını görecektir. Oliver, bu durumdan kendisini sıyırmanın yollarını ararken birçok olay başına gelecek ve şiddete maruz kalacaktır. Oliver, şiddete karşı eğiliminin de olması yüzünden uzun bir süre daha burada kalacaktır.

KAÇIŞ PLANI – ESCAPE PLAN – Yabancı filmler türkçe dublaj

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=nXHVmNPCJIo&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Ray Breslin, eski bir savcı ve avukattır. Ancak, mesleğini bırakmış ve bir hapishaneye güvenlik bölümünde çalışmaya başlamıştır. Breslin, bu görevinde, hapishaneden kaçanları ve hapishanelerin güvenlik açıklarını tespit etmektedir. Bu konu hakkında bir kitap da yazan Ray Breslin, güvenlik açısından bir hapishanenin nasıl olması gerektiğini bu kitabında anlatmaktadır. Fakat işler yolunda gitmez ve kitabında anlattığı özelliklere sahip bir hapishaneye düşer.

Hapishaneye düştükten sonra kaçış planları yapmaya başlayan Ray Breslin, burada Manhem adında bir mahkumla tanışır. Ray Breslin, Manhem’i ikna ederse, bu hapishaneden kaçmayı planlamaktadır. Yapması gereken tek şey, kitabında bahsettiği şeyleri uygulamaktır. Böylelikle, hem hapishaneden kaçacak hem de kitabında yazmış olduğu şeyleri kanıtlamış olacaktır. Yabancı film kategorisindeki bu aksiyon dolu filmi kaçırmayın izleyin.

TRANSFORMERS: KAYIP ÇAĞ – TRANSFORMERS: AGE OF EXTINCTION

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=VEgZnEbr3BM&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Amerika’nın Chicago kenti, otobot ve decepticonlar arasındaki savaş yüzünden tanınmaz hale gelmiştir. Ancak, tüm Chicago, bu savaşın bittiğine çok sevinmişlerdir. Tüm dünyayı tehdit eden otobot ve decepticonlar arasındaki savaştan kurtuldukları sanan insanlar artık bozulan, yerle bir olan yerleri onarmaya ve eskisi gibi hayatlarına devam etmeye başlamışlardır. Ancak tehlike henüz geçmemiştir.

Texas’da bir tamircinin eline düşen kamyonet Optimus Prime’dır. Bunu farkeden tamirci, onu tamir etmeye başlar. Ancak, bu durum CIA tarafından farkedilir ve özel bir tim kurulur. Optimus Prime eski haline yavaş yavaş gelmektedir. Tamircinin de yardımlarıyla diğer otobotlarla iletişim kuran Optimus Prime, dünyayı tehdit eden tehlikenin yaklaştığını bir şekilde otobotlara bildirir. Artık tek şey CIA’ye yakalanmadan yaklaşan bu tehlikeden dünyayı korumaktır. Aksiyon ve bilimkurgu filmi sevenlerin kesinlikle kaçırmayacağı bir film.

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN VAHŞİ BATI – A MILLION WAYS TO DIE IN THE WEST 

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=V2QXzqy7f-s&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Şerefli ve onurlu yaşamak, vahşi batıda herkesin çok dikkat ettiği bir erdemdir. Ama Albert, şeref ve onurunu, kasabada bir çatışma sırasında yanlış bir hareket yaparak kaybeder. Tüm kasaba gözünde bütün itibarını ve onurunu kaybeden Albert, bu olaydan sonra sevgilisi tarafından da terkedilmiştir. Tüm bu olaylar karşısında ne yapacağını bilemeyen Albert için artık her şey daha da kötüye gitmektedir. Kasabaya yeni gelen bir kadın, Albert’ın tüm dünyasını değiştirecektir. Albert ve bu güzel kadın birbirlerinden hoşlanmış ve aşık olmuşlardır. Ancak, bir problem vardır. Kasabaya gelen güzel kadın evlidir ve kocası tam bir baş belasıdır. Karısıyla Albert’ın arasındaki ilişkiyi fark eden koca, ikilinin peşine düşer.

SEFİLLER – LES MISERABLES – Alt yazılı film 720p

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=olnDUGFHJ98&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Jean Valjean, bir ekmek çalmak yüzünden hapse atılmıştır. Cezasını çektikten sonra ise hapisten çıkar. Yeni bir hayata başlamak üzere işe koyulur ama peşinde polis müfettişi Javert vardır. Devamlı Jan Valjean’ı takip eden müfettiş Javert, bir açık bulmak istemekte ve bıkmadan usanmadan Jan Valjean’ı takip etmektedir.

Sakin ve huzurlu bir hayat sürmek isteyen Jan Valjean, bir hayat kadını olan Fantine’in kızı Cosette bakmayı kabul eder. Ancak bundan sonra ikisinin de hayatları değişecektir. Çünkü bir tarafta peşinden hiçbir koşulda ayrılmayan müfettiş Javert, bir tarafta da Fransız Devrimi’nin getirdiği olaylar vardır. Jan Valjean, ne kadar olaylardan kaçmak istese de, geçmişindeki olaylar peşini bırakmaz.

THE LAST WILL AND TESTAMENT OF ROSALIND LEIGH İZLE

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=4n0wzsxdFYY&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Antika koleksiyoncusu olan genç bir adam, çok uzun süredir annesiyle görüşmemektedir. Kısa bir süre sonra annesinin öldüğü haberi gelir. Ölüm haberi ile birlikte, annesi oğluna güzel bir ev miras bırakmıştır. Evi görmek için hemen yola çıkan adam, annesinin bir şekilde bir tarikata üye olduğunu anlar. Evde ise garip olaylar meydana gelmekte, çeşitli ilginç, tüyler ürpertici sesler duyulmaktadır. Evin gizemini iyice merak eden genç koleksiyoncu, evde meydana gelen gizemli olayların annesinin bakıcısının ruhu olduğunu farkeder. Ancak, bakıcı kadının ruhu hiç de dost canlısı değildir ve evde kimsenin kalmasını istememektedir. Bu yüzden, çeşitli gizemli olaylar yaratarak, evdeki kişileri uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaktadır.

 

SİNYAL – THE SIGNAL – Yabancı film izle altyazılı

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=gwgfeR2pMuE” width=”600″ height=”400″]

Nick ve Jonah, aynı üniversitede okuyan ve teknoloji-bilim alanında ders alan iki iyi dosttur. Nick’in sevgilisi Hailey, başka bir üniversitede okuma kararı alır. Nick ve Jonah da Hailey’i okula kadar götürmeye karar verirler. Bu arada hackerlik alanında da iyi olan Nick ve Jonah, yol boyunca kendileri gibi hackerlik yapan birisiyle tartışmaya gireceklerdir. Bir türlü peşlerini bırakmayan göçmen adlı bu hacker yolcuların epey canını sıkacaktır.

Nick ve Jonah sonunda bu hackerın yerini bulur. Ancak, uyuyup uyandıklarında kendilerini bir hapishanenin içinde bulurlar. Buraya nasıl geldiklerini bile anlayamayan ikili, aslında büyük bir planın ortak paydası haline gelmişlerdir. Bu durumdan kurtulmanın yolunu arayan Nick ve Jonah, epey mücadele edeceklerdir. Filme ait yorumlar için tıklayabilirsiniz ⇒ https://www.sinemalar.com/film/221056/the-signal

HERKÜL: EFSANE BAŞLIYOR – THE LEGEND OF HERCULES – Yabancı filmler 2014

[fvplayer src=”https://youtu.be/bS3Y0ao_XQc” width=”600″ height=”400″]

Antik Yunan’da Kraliçe Alcmene ve Zeus’un yarı insan yarı tanrı oğlu Herkül, bu durumunu herkesten gizleyerek yaşamaktadır. Kral, Herkül’ün kim olduğunu bilmekte ve tahtında gözü olmasından korkmaktadır. Bunun önünü alabilmek için de oğlunu kullanmak ister. Kralın oğlu Iphicles’i daha öne çıkarmak ve Herkül’ü ise daha geri görevlerde olmasını istemektedir. Aslında Herkül’ün ise başka planları vardır.

Bir tarafta annesi kraliçe Alcmene’nin istekleri bir tarafta da prenses Hebe’ye karşı beslediği duygular yüzünden bocalamaktadır. Herkül, krallığı hakimiyet altına almak için planlar yapmaya başlar. Bunun için de çok güvendiği ve sevdiği savaşçı dostlarını yanına alarak planını uygulamaya başlar. Artık krallığı ele geçirmenin zamanı gelmiştir.

 

BENCİL DEV – THE SELFISH GIANT İZLE

[fvplayer src=”https://www.youtube.com/watch?v=lvLxOKou7Nc&feature=youtu.be” width=”600″ height=”400″]

Arbor ve Swift oldukça iyi arkadaşlardır. Ancak iki arkadaşın karakterlerine birbirlerine taban tabana zıttır. Swift, ne kadar kendi halinde, sakin bir çocuksa, Arbor ise, devamlı sorun çıkaran, kavga eden bir çocuktur. İki arkadaşın okuldaki durumları da pek iyi değildir. Çünkü bu iki arkadaşı okulda da pek seven yoktur. Arbor, okulda çıkardığı bir sorun yüzünden okuldan uzaklaştırılır. Bu dönemde Kitten ile çalışmaya başlayan Arbor, Kitten gibi çok para kazanmanın hayalini kurmaya başlar.

Para konusunda iyiden iyiye hırslanmıştır. Kitten’ın gözüne girmek Arbor için çok önemli olmaya başlamıştır. Ancak, işler Arbor’ın istediği gibi gitmez. Çünkü Kitten, işlerini yürütmesi için Arbor’ın arkadaşı Swift’i gözüne kestirmiştir. Bu seçim ise Arbor’ın pek hoşuna gitmez.  Bencil dev filmi ile makalemizi sonlandırıyoruz. Yabancı film izlemek isteyenler bizleri takip etsin. İyi seyirler

 

Exit mobile version