El-Kindi, İslam filozofları arasında “ilk öğretmen” olarak adlandırılan bir düşünürdür. 9. yüzyılda yaşayan bu önemli figür, İslam felsefesinin gelişmesine ve yayılmasına büyük katkılar sağlamıştır.
El-Kindi, kendisi gibi bilginlerle birlikte, Yunan filozoflarının eserlerini Arapça’ya çevirerek, İslam dünyasında felsefenin yayılmasına öncülük etmiştir. Bu sayede, Aristoteles, Platon ve diğer Antik Yunan filozoflarının düşünceleri İslam düşüncesine entegre edilmiş ve yeni bir kültürel sentez oluşturulmuştur.
Düşüncelerinde, mantık, metafizik, ahlak ve siyaset gibi konuları ele alan El-Kindi, İslam ve felsefe arasındaki uyumu sağlamaya çalışmıştır. Aynı zamanda, bilim ve felsefenin dini inançlarla uyumlu olduğunu savunmuş ve rasyonel düşüncenin önemini vurgulamıştır.
El-Kindi’nin eserleri arasında en ünlüsü “Felsefenin Üstünlüğü” adlı kitaptır. Bu eserde, felsefenin insanları aydınlatan bir yol olduğunu ve bilginin önemini vurgular. Ayrıca, din ile akıl arasındaki ilişkiyi ele alır ve İslam düşüncesine felsefi bir temel sağlar.
El-Kindi’nin etkisi, sadece kendi döneminde değil, sonraki nesiller üzerinde de devam etmiştir. Onun çalışmaları, İslam dünyasında bir felsefe geleneğinin oluşmasına zemin hazırladığı gibi, aynı zamanda Avrupa’da da Orta Çağ skolastik düşüncesinin gelişimine katkıda bulunmuştur.
İslam filozofları arasında ilk öğretmen olarak adlandırılan El-Kindi, felsefe ve İslam düşüncesinin birleştirilmesinde büyük bir rol oynamıştır. Mantık ve rasyonaliteyi ön plana çıkaran düşünceleriyle, İslam dünyasında felsefeye olan ilgiyi artırmış ve yeni bir entelektüel hareketin doğmasına katkı sağlamıştır.
Düşünürlerin Bakış Açısı: İslam filozofları tarafından hangi kriterlere göre bir düşünür ilk öğretmen olarak kabul edilir?
İslam filozoflarının düşünce tarihinde, bir düşünürün ilk öğretmen olarak kabul edilmesi için bazı belirli kriterler vardır. Bu kriterler, İslam düşünce geleneği içinde farklı yönlerde şekillenmiştir ve önemli bir rol oynamaktadır. İslam filozoflarına göre, bir düşünürün ilk öğretmen olarak kabul edilmesi için aşağıdaki unsurların dikkate alınması gerekmektedir.
İlk olarak, bir düşünürün bilgiye olan açıklığı ve arayışı büyük bir öneme sahiptir. İslam filozofları, bir düşünürün sadece kendi fikirlerini değil, aynı zamanda başkalarının görüşlerini de objektif bir şekilde değerlendirebilmesi gerektiğine inanır. Bu nedenle, bir düşünürün çok yönlü bir okuyucu ve dinleyici olması beklenir. Farklı disiplinlerden beslenerek zengin bir bilgi birikimi elde etmelidir.
İkinci olarak, İslam filozoflarına göre bir düşünürün eleştirel düşünme becerisi gelişmiş olmalıdır. Eleştirel düşünce, doğru bilgiye ulaşmak için mantıksal ve akılcı bir yönemi benimsemeyi gerektirir. Bir düşünür, varsayımları sorgulamalı, çelişkileri belirlemeli ve tutarlı bir argüman geliştirmelidir. Eleştirel düşünme, yeni fikirlerin ortaya çıkmasını sağlar ve düşünceyi ilerletir.
Üçüncü olarak, İslam filozoflarına göre bir düşünürün ahlaki bir temele sahip olması önemlidir. Ahlak, doğruyu ve yanlışı ayırt etmek için kılavuz niteliğindedir ve düşüncenin güvenilirliğini sağlar. Bir düşünür, dürüstlük, adalet ve hoşgörü gibi değerleri benimsemeli ve bu değerleri düşüncelerine yansıtmalıdır. Ahlaki değerlere dayalı olan bir düşünce, topluma ve bireylere fayda sağlayabilir.
Bir düşünürün iletişim becerileri etkili olmalıdır. İslam filozofları, düşüncelerin diğer insanlarla paylaşılmasının önemini vurgular. Bir düşünür, anlaşılır bir dil kullanarak karmaşık fikirleri basit bir şekilde ifade edebilmeli ve okuyucunun veya dinleyicinin ilgisini çekebilmelidir. İyi bir iletişim, düşüncenin yayılmasını sağlar ve etkisini artırır.
İslam filozoflarına göre, bir düşünürün ilk öğretmen olarak kabul edilmesi için bu kriterlerin tamamına uygun olması gerekmektedir. Bilgiye açıklık, eleştirel düşünme, ahlaki temel ve etkili iletişim becerileri, bir düşünürün düşünce geleneği içinde saygınlık kazanmasını sağlar. Bu kriterlere uyan düşünürler, İslam düşünce tarihinde önemli bir rol oynamış ve ilham vermiştir.
Romanos, ya da Türkçe’de bilinen adıyla Romen Diyojen (d. 1030 civarı – Ölüm 4 Ağustos 1072), Bizans İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü 1068-1071 yılları arasında yaşamıştır. Tahttan çekilerek indirilen imparator, Anadolu’yu Türklere karşı korumak amacıyla büyük bir ordu topladı. Ancak Malazgirt Meydan Muharebesi sırasında Alparslan’a karşı zafer kazanamayınca, tahttan indirildi ve Bizans tarafından cezalandırıldı. Öldürücü sebebinin, geri çekilme işleminin yanlış yapıldığı olduğu söyleniyor.
Tahta çıkışı
Bizans imparatoru VIII. Konstantinos tarafından Anatolia thema (bölgesi) valisi olarak atandı. Kendisi, imparatorluğun sınırlarının savunulması ve genişletilmesi konusunda başarılı bir kumandandı. Bizans İmparatoru X. Konstantinos Dukas’ın çocuklarını tahttan indirmek için planladığı bir tuzak yüzünden idam cezasına çarptırılmıştı. Hapishanede idam cezasının uygulanmasını beklerken, gerçek iktidar sahibi olan taht naibi Eudokia’nın dikkatini çekmişti. Eudokia çağrıldıktan sonra, ona çok etkilendi ve onu affederek 1 Ocak 1068 tarihinde evlendi. Bu evlilikle birlikte IV. Romanos Diogenis, VII. Mikhail ile birlikte ortak İmparator oldu.
Türkler üzerine seferler
İmparatorluğu’nun doğu sınırını yeniden tayin etti ve 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan önce Kars kalesini geri aldı. Romanos, Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetini restore etmek amacıyla devam eden bir dizi operasyonla başarılar elde etti. Askerler, Fırat Nehri’nin doğusuna kuvvetli bir şekilde ilerlemeyi başardılar.
1071 yılında IV. Romanos, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Mısır’a sefere çıkması fırsatını kullanarak yeni bir sefere hazırlandı. Bu sefere katılan Bizans ordusu, Doğu Anadolu’da yakın savaşa girmeden önce Anadolu içlerinden ilerledi ve Selçuklu öncülerine yaklaştı. Bizans toprakları tarafından işgal edilen ve Selçuklu Hanedanlığı’nın kontrolünde olan önemli bir kale olan Malazgirt Kalesi, Bizans ordularının çok uzakta olan bölgelerindeki savaşlarla meşgulken dikkatleri üzerine çekti. Selçuk Sultanı Alp Arslan bu durumdan haberdar oldu ve ordusunu Anadolu’ya doğru hareket ettirdi. diğer yerlerden toplanmış kırık düzenli askerlerden oluşmaktadır. Oysa Alp Arslan, daha sınırlı sayıda olmakla beraber (50.000 mevcutlu) disiplinli ve yüksek moralli bir orduya sahip bulunmaktadır. Bu bölgede dağınık olarak ilerleyen Bizans askerleri, Selçuklu Sultanı Alp Arslan yönetimindeki ana Selçuk ordusuyla karşı karşıya geldi. Balkanlar başta olmak üzere diğer yerlerden toplanan 70 bin kişilik kuvvetleri sayıca güçlü olan Bizans ordusu ise kırık düzenli askerlerden oluşuyordu. Buna karşın Alp Arslan’ın 50 bin kişilik orduyu, az sayıda olsa da disiplinli ve yüksek moral sahibi bir yapıya sahipti. Anadolu’dan gelen birçok paralı askerden oluşan ordu, örgütlenmesi nedeniyle iyi eğitimli olmayan, komuta ve kontrol eksikliği olan bir yapıya sahipti. Ayrıca ilerlemekte olan ordu da dağınıklık gösterdi. Her iki ordu da yorgun bir durumdaydı ve tam güçle savaşmaya hazır değildi.
26 Ağustos 1071 tarihinde, Malazgirt Meydan Muharebesi, iki ordu arasında gerçekleşen bir savaşla başladı. Bizans kaynaklarına göre, savaş sonucunda Oğuz Peçenek ve diğer Türk kökenli Bizans paralı askerleri, karşılarında Türkleri görünce Bizans ordusunu bırakarak kaçtılar. Savaşta dezavantajlı olan Bizans ordusu, bu kuşatmayla iyice zayıflamıştır. Savaşın sonucu, Selçuklu zaferiyle sonuçlanmıştır. IV. Romanos liderliğindeki Bizans ordusu savaşta önemli bir rol oynamıştır. Ancak savaş, Bizans ordusuna karşı gerçekleştirilmiştir ve merkezdeki kuvvetler Selçuklu birlikleri tarafından kuşatılmıştır. Bu durum, zaten dengesiz bir şekilde eğitim almamış olan ve savaşta dezavantajlı olan Bizans ordusunu daha da zayıflatmıştır. Sonunda, Selçuklular zafer kazanmışlardır. bir yenilgiye uğramakla kalmamış, aynı zamanda dağılıp yok olmuştur.
Kumanda ve kontrol eksikliği nedeniyle silahlardaki Bizans ordusu geri çekilmiştir. Selçuklu ordusu tarafından saldırıya uğrayan ordu, komutanlarının dağılmamasına neden olmuştur. Çok kısa bir süre sonra ordu tamamen imha edilmiştir. Bu nedenle, Bizans ordusu büyük bir yenilgiye uğramakla kalmamış, aynı zamanda parçalanarak yok olmuştur. IV. Romanos İmparatoru, sadece yenilgiye uğramakla kalmadı, aynı zamanda merkezde kuşatılıp tecrit edildi ve Selçuklular tarafından esir alındı.
Sultan Alp Arslan, yorgun ve tozlu bir şekilde getirilen kişinin Bizans İmparatoru olduğuna inanamadı. Ancak tarihçiler zaman içinde hem Selçuklu Sultanının esir aldığı hem de Bizans İmparatorunun çok etkilendiği konusunda hemfikir oldular. Özetle, kişi İmparator’un Selçuklu karargahında 8 gün kaldı ve hiçbir zaman bir sert söz söylemedi. Daha sonra, barış anlaşması imzalandı ve miktar için pazarlık yapıldıktan sonra serbest bırakma tazminatı kabul edildi. IV. Romanos Konstantinopolis’i ziyaret etmek için serbest bırakıldıktan sonra yıllık vergi ödeme sözü vermiştir. Serbest bırakma tazminatı 1.500.000 Bizans altını ve yıllık vergi tutarı ise 360.000 Bizans altını şeklinde anlaşmışlardır.
İhanet
Sultan Alp Arslan, imparator Romen Diyojen’i yenilgiye uğratırken, Boccaccio’nun De Casibus Virorum Illustrium eserinin Fransız versiyonunda bu olayı anlatan bir minyatür bulunmaktadır.
Andronikos Dukas, Malazgirt Savaşı’nda Bizans ordusunun yedek kuvvetlerinin komutanıydı ve IV. Romanos’un rakiplerindendi. Ancak savaşta kayıp vermeden ayrılıp hemen ordusuyla Konstantinopolis’e döndü. IV. Romanos’a muhalif olanların lideri olarak Sezar unvanını taşıyordu. Dukas’ın yeğeni olan Michael Doukas ise tahta çıktı. Bu plan sayesinde Ioannis Dukas ve Mihail Psellos, kaybedilen savaştan dolayı siyasi bir zarara uğramaktan kurtuldular ve hatta tahttan yarar sağladılar. Dukas’ın yeğeni VII. Mihail’i eski bir hükümdar ilan ettiler ve onu inandırdılar ki IV. Romanos tahttan indirildi.
İkinci savaş ise daha zorlu oldu: Patzinak Tatarlarından yardım alarak Anadolu yakınlarındaki Azaz savaşında kendisini tahttan indirenlerin ordularını mağlup etti. Bu zafer, Romanos’un kaybedilen prestijinin bir kısmını geri kazanmasına yardımcı oldu; ancak o, imparatorluğun onarımında başarılı olamadı ve maddi yönden yetersiz kaldığıyla karşı karşıya kaldı. Dokeia’da gerçekleşen çatışmada mağlup olan IV. Romanos, Adana yakınlarındaki küçük bir kaleye kaçtı. Sonrasında emri Andronikos Dukas’a verilen ordu kaleyi kuşatmaya başladı. IV. Romanos, belli şartlarla Andronikos Dukas’a teslim oldu ve esaret koşulları oldukça zorlu oldu. bir gemi yolculuğuyla Konstantinopolis’e ulaştırılmıştır. Romanos’un rahiplik giysisi sayesinde, Bizans İmparatorluğu’nun çökmek üzere olan ekonomisi bir miktar rahatlamıştır. Bir anlaşma imzalanmasına rağmen, IV. Romanos özel kıyafetler giydirilip keşiş yapıldı ve 600 kilometrelik bir mesafe katır sırtında Adana’dan Cotiaecum’a (Kütahya) taşındı. Daha sonra gemiyle Konstantinopolis’e gönderildi. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde etkili olan ekonomisi, Romanos’un piskopostik giysileri nedeniyle bir miktar rahatlamıştır. IV. Romanos, 29 Haziran 1072 tarihinde Konstantinopolis’e getirilerek gözlerine mil çekilmiş ve Kınalıada’daki bir manastıra sürgüne gönderilmiştir. Kör edilme işlemi çok acımasızca ve amatörce yapılmıştır ki IV. Romanos Diogenis’in sürgünde olduğu dönem boyunca gözlerini eski haline getirememiştir. Yaraları ve sonradan ortaya çıkan enfeksiyon sebebiyle, o dönemde bulunduğu günlerde 4 Ağustos 1072’de hayatını kaybetti.
Ailesi
Romanos Diogenis ve Bulgar Çarı İvan Vladislav’ın Alusian adlı oğullarının kızı Anna ile yaptığı evlilikten sadece bir oğulları vardır.
Konstantinos Diogenis
Eudokia Makrembolitissa ve IV. Romanos Diogenis’in birbirlerine evlenmelerinden sonra doğan çocukları aşağıdaki gibidir:
Stefan Banach, 30 Mart 1892’de Krakov’da doğdu. Ailesi hakkında daha fazla ayrıntı yok. Sadece dağlı bir aileden geldiği ve çok zor bir çocukluk geçirdiği biliniyor. Banach, on beş yaşından itibaren özel ders vererek geçimini sağlamak zorunda kaldı.
Başlangıçta, bir otodidakt olarak matematik okudu. Kısa bir süre Jagiellonian Üniversitesi’nde okuduktan sonra Lviv Politeknik’e girdi . Teknoloji Üniversitesi’ndeki çalışmaları I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kesintiye uğradı. Banach, Krakow’a döndü. Matematiğe olan ilgisini kaybetmedi ama o dönemde düzenli çalışmadı; matematiği kitaplardan ve matematikçiler O. Nikodym ve W. Wilkosz (daha sonra profesörler) ile yaptığı konuşmalardan öğrendi .
Steinhaus , Banach ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor : ” 1916’da bir yaz akşamı Krakow Planty’de yürürken bir konuşmaya, daha doğrusu birkaç kelimeye kulak misafiri oldum; “Lebesgue integrali” kelimeleri o kadar beklenmedikti ki, tezgah kurdu ve münazaracılara aşina oldu; matematik hakkında konuşanlar Stefan Banach ve Otton Nikodym’di “. Banach’ın “keşfi” böyle gerçekleşti. Steinhaus, onları en büyük matematiksel keşfi olarak görüyordu.
Steinhaus ve Banach arasındaki bu görüşmenin neredeyse anında bilimsel sonuçları oldu: Steinhaus, Banach’a bir süredir üzerinde çalıştığı bir sorunu iletti ve birkaç gün sonra, Steinhaus’u şaşırtacak şekilde, Banach bir çözüm buldu. Banach’ın Steinhaus ile birlikte “Bülten of the Cracow Academy” de yayınlanan ilk yayını bu şekilde yayınlandı.
Bu etkileyici başlangıç, diğer Polonyalı matematikçilerin dikkatini Banach’a çekti (bu da Steinhaus’un küçük bir başarısı değildi). 1920’de Profesör Antoni Łomnicki , Banach eğitimini tamamlamamış olmasına rağmen Banach’ı Lwów Polytechnic’te asistanı olarak kabul etti . Banach’ın hızlı bilimsel kariyeri o andan itibaren başladı. Aynı yıl, Banach doktora tezini Jan Kazimierz Üniversitesi’ne sundu (Fundamenta Mathematicae’nin üçüncü cildinde yayınlandı . 1922’de Banach kendini iyileştirdi ve aynı yıl üniversitede profesör oldu; iki yıl sonra – Academy of Learning’in ilgili üyesi.
Banach , Lviv Üniversitesi’nde bir profesör olarak – büyük didaktik faaliyetinin yanı sıra – büyük bilimsel ve araştırma faaliyetleri geliştiriyor. Kısa sürede kurucularından biri olduğu fonksiyonel analizde en büyük otorite haline gelir. Etrafında genç yeteneklerden oluşan bir galaksi toplanır; 1929’da, Steinhaus yönetiminde yeni bir Lviv Matematik Okulu kuruldu ve kısa süre sonra, 1929’da fonksiyonel analize ayrılmış kendi organı olan “Studia Mathematica” yı yayınlamaya başladı.
1932’de Banach’ın ünlü eseri Theorie des Operations Lineaires , Banach’ın kurucularından olduğu yeni yayınevi “Monographie Mathematics”in ilk cildi olarak yayımlanır.
Bu çalışma, Banach’ın başarılarının tüm matematikçiler arasında yaygınlaşmasına ve fonksiyonel analizin geliştirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Matematik dünyasının Banach’a olan ilgisi, diğerlerinin yanı sıra, 1936’da Oslo’daki Uluslararası Matematik Kongresi’ndeki genel kurul derslerinden birinin ona emanet edilmesiyle kanıtlanıyor.
Banach’ın ülkedeki değerlerinin tanınması, Banach’ın birkaç kez bilimsel ödül sahibi olması ve 1939’da Polonya Matematik Derneği başkanı seçilmesiyle de kanıtlanıyor. Savaş yıllarını Lviv’de geçirir.
1940 ve 1941’de Üniversitenin dekanı oldu. Alman işgalinin zor yıllarında hayatını kurtarmak için tifoya karşı aşıların hazırlandığı (çoğu gizlice İç Ordu’nun eline geçen) Profesör Weigl Enstitüsünde bit besliyor.
Aşağıda Prof. Wacław Szybalski (1921’de Lviv’de doğdu ve 1944’e kadar orada yaşayan, ABD’de onlarca yıl çalışan seçkin bir Polonyalı bilim adamı, biyokimyacı), birlikte yaşadığı Alman işgali sırasında Lviv’deki Polonyalı bilim adamlarının (Stefan Banach dahil) kaderi hakkında. tamamen olağandışı koşullarda buluşma fırsatı:
Profesör Rudolf Weigl , görevden alınan birçok üniversite profesörünü ve yardımcılarını bit besleyici olarak kullanarak korumaya yardımcı oldu. Bu tür bir istihdam, onlara özel yiyecek tayınlarına hak kazandı ve en azından kısmen, onları tutuklanmaya, sınır dışı edilmeye ve/veya Nazi işgali altında ölüme karşı korudu. Weigl Enstitüsündeki istihdamın bazı yönlerinin Spielberg’in Schindler’in Listesi ile pek çok ortak noktası vardı.
Besleyiciler tarafından bitlerin beslenmesi günde yalnızca bir saat sürdüğünden ve üniversiteler (Almanlar tarafından “Technische Fachkurse” olarak yeniden adlandırılan Teknik Üniversite hariç) Naziler tarafından kapatıldığında, besleyiciler yeraltında örgütlenmekte özgürdü. kalan süre boyunca üniversite kursları ve diğer vatansever faaliyetler. Örneğin, bit çiftliğinin başı olarak, dünyaca ünlü profesör Stefan Banach ve diğerleri de dahil olmak üzere, çoğu ünlü Lviv Matematik Okulu’ndan matematikçilerden oluşan bir grup besleyiciyle ilgilendim: Jerzy Albrycht, Feliks Barański, Bronisław Knaster, Władysław Orlicz ve diğer bilim adamları gibi:Tadeusz Baranowski (biyokimyacı), Ludwik Fleck (bakteriolog), Seweryn Krzemieniewski ve eşi Helena (ikisi de ünlü bakteriyolog) ve Stanisław Kulczyński (botanikçi ve Jagiellonian Üniversitesi rektörü), Stefan Krukowski (arkeolog) . Ünlü sanatçı-müzisyen Stanisław Skrowaczewski (1929-1940’ta Florentyna Listowska ile birlikte piyano derslerine katıldığım) aynı zamanda bir bit besleyiciydi. Minneapolis Senfoni Orkestrası’nın bestecisi ve ünlü şefi oldu. Onunla 60’lar ve 70’lerde Madison, Wisconsin’deki konserleri sırasında birçok kez tanıştım.
Lviv Matematik Okulu aynı zamanda “İskoç” olarak da biliniyordu – İskoçya ile herhangi bir doğrudan bağlantısı nedeniyle değil, Lviv matematikçilerinin kağıt peçetelerde veya doğrudan bilgisayarda buluşup teorilerini çözdüğü “İskoç Kafe”nin adından. masa üstleri. Hewlett Packard tarafından kullanılan (“Lehçe” veya “ters Lehçe” gösterimi) ilk bilgisayar dili de bu grup tarafından oluşturuldu. Bitleri beslerken matematiksel limitler, topoloji ve uzay teorisi (artık “Banach uzayları” olarak bilinir) uzay teorisi ve sayı teorisi hakkındaki uzun tartışmalarını dinlemek entelektüel olarak çok uyarıcıydı, ama aslında gerçeküstüydü.
Buna karşılık ben de, tartışmalarının hararetinde bitleri 45 dakikadan fazla fazla beslemediğimden emin olmalıydım çünkü laboratuvar bitleri, bağırsakları yırtılmaya başladığında feci bir etki yaratacak şekilde doğal yemeyi bırakma içgüdülerini kaybettiler. fazla kan ile.
Ayrıca , üç ayda bir yayınlanan Tadeusz Krzyżewski’nin (1911’de Lviv’de doğdu, Lviv Dış Ticaret Akademisi ve Krakow ve Berlin’deki ekonomi üniversitelerinden mezun, Jagiellonian Üniversitesi’nde beşeri bilimler doktoru) anılarından bir parça alıntı yapıyorum. Cracovia Leopolis” (no. 1999):Lviv matematik okulu önemini esas olarak Üniversite ve Politeknik profesörlerine borçludur – Stefan Banach, Hugo Steinhaus, Stanisław Mazur, Kazimierz Bartel, Antoni Łomnicki, Włodzimierz Stożek ve diğerleri. Lviv merkezi, öncelikle fonksiyonel analiz alanındaki temel çalışmalarıyla ve ana yaratıcısı prof. Banach, Polonya dışında da popüler olan ünlü profesyonel dergi “Studia Mathematica”yı kuran bir grup araştırmacıyı bir araya getirdi.
Prof. Stefan Banach(1892-1945), gerçek bir matematik dehası, fonksiyonel analizin temel kavramlarını ve teoremlerini geliştirdi ve Banach uzayı gibi terimler dünyadaki her matematikçiye aşinadır. Banach tarafından geliştirilen yöntemler ve en yakın işbirlikçileri Stanisław Mazur, Władysław Orlicz ve Julian Schauder’in keşifleri, teorik fiziğin yanı sıra modern matematiğin hemen hemen her dalında önemli bir etkiye sahipti. Üniversite diploması olmayan Banach, bilim için prof. Steinhaus. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Kraków’da kaldı. Planty Park’ta bir yürüyüş sırasında, Banach’ın daha sonra profesör olan Otto Nikliborc ile öğrenilmiş matematik tartışmasına kulak misafiri oldu ve onu Lviv topluluğuna kazandırdı. 1920’de Banach doktora tezini sundu ve iki yıl sonra üniversite profesörü olarak atandı.
Banach’ın bireyselliği, kendine özgü yaratıcı keşif yöntemlerinde ve dostça işbirliğinde de ifade edildi. Matematikçi arkadaşlarıyla bir kafe atmosferinde çalışmayı severdi ama gürültü ve müzik onun düşüncelerini yoğunlaştırmasına engel olmadı. Meşhur Scotch Café’de saatlerce oturur, masanın üstüne teoremlerin ispatlarını yazardı. Banach, kayıtları silen garsonların temizlik müdahalesinden kaynaklanan kayıpları önlemek için, o andan itibaren çözülmesi gereken sorunların, yazarın adı ve her birinin üzerine tarih yazıldığı devasa bir defter aldı. Kartın arkasında çözümün olası açıklaması için boşluk bırakılmıştır. “İskoç Kitabı”, onu isteyen herhangi bir matematikçinin emrindeydi ve bazı problemleri çözmek için bir teşvik olarak, canlı bir kaz gibi bazen oldukça tuhaf ödüller verildi.
Büyük bilimsel, tarihi ve duygusal değeri olan efsanevi “İskoç Kitabı” savaş fırtınalarından sağ kurtuldu ve şu anda Varşova’daki S. Banach Uluslararası Matematik Merkezi’nin malıdır. -58. 1958’de Edinburgh’daki Uluslararası Matematik Kongresi’nde sunulan, İskoçya ile ilişkisinin oldukça özel olduğunu fark etmeyen İskoçlar arasında anlaşılır bir sansasyon yarattı.
Banach, savaş sırasında hem bilimsel hem de sosyal olarak çalışarak Lviv’de kaldı. Almanların zulme maruz kalarak şehre girmesinden sonra üniversiteden meslektaşı prof. Tifüs aşısının mucidi Rudolf Weigl. Zorlu savaş koşulları tarafından yok edilen, Nazilerin yenilgisini görecek kadar yaşadı, ancak Ağustos 1945’te öldüğü için artık bilimsel hayatın yeniden inşasına aktif olarak katılamadı.
sözde sonra “Lviv’in Sovyet ordusu tarafından kurtarılması” (ilgili Wikipedia makalesine bakın: Polonyalıların Lviv’den Sürülmesi ) Banach, Üniversitedeki faaliyetlerine geri döner ve ona samimi dostluğun sayısız kanıtını gösteren Sovyet matematikçilerle canlı temaslarını sürdürür. Ne yazık ki, Ocak 1945’te ölümcül bir hastalığa yakalanır – akciğer kanseri. En seçkin Polonyalı matematikçi Stefan Banach’ın ölümü, 31 Ağustos 1945’te Riedel ailesinin apartman dairesinde gerçekleşti.
Kalabalığın Lviv sakinlerinin katıldığı cenazesi, hala Lviv’de kalan Polonya bilim camiasının büyük bir tezahürüydü. Lychakiv Mezarlığı’nda 16 konuşmacı ona veda etti.
Banach, hayatının son döneminde birlikte yaşadığı Lviv tüccarları Riedel’in mezarına (17 Dwernickiego Caddesi’ndeki bir kiralık evde) gömüldü. Bu mezar, Maria Konopnicka’nın mezarının hemen yanında bulunuyor, bu yüzden onu bulmak zor değil.
Stefan Banach’ın yayınları
Stefan Banach’ın yayınlarının genel listesi , 6’sı ölümünden sonra olmak üzere 58 madde içeriyor . Banach’ın sonuçlarını ve matematiksel değerlerini ayrıntılı olarak tartışmanın yeri burası değil. Okuyucu, Banach’ın bilimsel çalışmalarının en yetkin analizini “Colloquium Mathematicum” cildinde bulacaktır (Mazur’un konuşması ve seçkin yabancı konuklar: Sovyetler Birliği’nden Sobolev, ABD’den MH Stone ve Macaristan’dan B. Szokefalvi-Nagy). Nihayet Toplu İşlerPolonya Bilimler Akademisi Matematik Enstitüsü tarafından yayınlanan ve ilk cildi 1967 yılında yayınlanan Banach, uzmanlarımız tarafından detaylı yorumlarla sunulmaktadır.
Burada vurgulamak isterim ki, Banach’ın bilimsel faaliyetinin ana alanı fonksiyonel analiz olsa ve bu alandaki sonuçları ona dünya çapında ün kazandırsa da, Banach matematiğin diğer alanlarına da büyük katkılar sağlamıştır. Bu bölümler, diğerlerinin yanı sıra , gerçek fonksiyonlar teorisini, ortogonal seriler teorisini ve tanımlayıcı küme teorisini içerir.
Küme teorisindeki en sansasyonel sonuçlardan biri Banach tarafından Tarski ile birlikte bulundu ve “Sur la decomposition des ensembles de partiler ilgili congruentes” çalışmasında yayınlandı. Şahsen, yakın arkadaş olduğum Banach ile birlikte sözde sorunu çözmeye yönelik bir çalışmanın yazarı olmaktan gurur duyuyorum. “genel ölçüm sorunu”, birçok yazara daha fazla araştırma yapma dürtüsü veriyor.
Diğer ortak çalışmaların yanı sıra, Banach’ın öğrencileriyle (özellikle S. Mazur ile) yazdığı pek çok eser var. Bu, Banach’ın çalışma tarzının bir sonucuydu: bir restoran veya kafede (özellikle Scottish Café’deki ünlü ziyafetler sırasında) öğrenciler ve meslektaşlarıyla genellikle sade kahve eşliğinde yapılan tartışmalarda birçok sonuç elde edildi.
Steinhaus , Banach’ın figürünü şu şekilde karakterize ediyor: “Banach’ı hayalperest, münzevi, havari veya münzevi olarak hayal edenler yanlış olur. O, aziz adaylarına, hatta aziz adaylarına fiziksel olarak bile benzemeyen bir realistti. Hala var mı bilmiyorum ama savaştan önce kesinlikle bir Polonyalı bilim adamı ideali vardı, gerçek bilim adamlarının gözlemlerinden çok, Stefan Żeromski tarafından ifade edilen o dönemin ruhani ihtiyaçlarından yaratılmıştı. Böyle bir bilim adamının, dünyanın zevklerinden uzak, belirsiz bir şekilde tanımlanmış bir “toplum” için çalışması gerekiyordu ve diğer ülkelerde bilim adamlarının kişisel büyüklükleriyle ölçülmediği gerçeğine bakılmaksızın, bu çalışmanın etkisizliği önceden affedildi. fedakarlıklar değil, kalıcı bilime katkıda bulundukları şeylerle. Polonyalı entelijansiya, bu eziyetli idealin önerisi altında iki savaş arasında kaldı, ancak Banach hiçbir zaman buna tabi olmadı. Sağlıklı ve güçlüydü, sinizm noktasına kadar gerçekçiydi, ama Polonya bilimine ve özellikle Polonya matematiğine herkesten daha fazlasını verdi. Bilimsel rekabette deha eksikliğinin (hatta yetenek eksikliğinin), üstelik tespit edilmesi zor olma özelliğine sahip başka erdemlerle değiştirilebileceği şeklindeki zararlı düşünceyi ortadan kaldırmak için hiç kimse ondan daha fazla katkıda bulunmamıştır. Banach değerinin ve yarattığı değerlerin farkındaydı. Yayla kökenli olduğunu vurguladı ve portföyü olmayan genel eğitimli entelektüel tipine karşı oldukça saygısız bir tavrı vardı. bilimsel rekabette deha eksikliğinin (hatta sadece yetenek eksikliğinin) yerini, tespit edilmesi zor olma özelliğine sahip başka erdemler alabilir. Banach değerinin ve yarattığı değerlerin farkındaydı. Yayla kökenli olduğunu vurguladı ve portföyü olmayan genel eğitimli entelektüel tipine karşı oldukça saygısız bir tavrı vardı. bilimsel rekabette deha eksikliğinin (hatta sadece yetenek eksikliğinin) yerini, tespit edilmesi zor olma özelliğine sahip başka erdemler alabilir. Banach değerinin ve yarattığı değerlerin farkındaydı. Yayla kökenli olduğunu vurguladı ve portföyü olmayan genel eğitimli entelektüel tipine karşı oldukça saygısız bir tavrı vardı. En önemli erdemi, Polonyalıların kesin bilimlerde vasat bireylerin yüceltilmesiyle maskelenen aşağılık duygusundan oluşan kompleksin geri kalanını kesin olarak yıkmak ve yok etmektir. Banach hiçbir zaman bu komplekse tabi olmadı – bir deha kıvılcımını, ona sürekli olarak şairin “Tek bir şey vardır: zanaatkarlığın ateşli ihtişamı” sözleriyle söyleyen şaşırtıcı bir iç buyruğu birleştirdi – ve matematikçiler zanaatlarının içerdiğini çok iyi biliyorlar. şairlerin zanaatıyla aynı gizem … “
Ewa ve Adam Hollanek ve Lwów Şehri Görüyorum’un kitabında… ünlü uçak tasarımcısı Stanisław Makowiecki’nin (o zamanlar Lviv Politeknik’te öğrenciydi) Stefan Banach hakkındaki anılarından şu alıntı var: : […] Sık sık önem kazanan ve hatta şöhret kazanan orijinal Lviv figürleri arasında doktor Banach eksik olamaz. Onunla matematik derslerine gitmeye başladığımda tanıştım. Ancak bir süre sonra vazgeçtim çünkü sayılar ve semboller ormanında ben ve meslektaşlarımın çoğu kesin olarak kaybolduk. doktor. Banach, iki sıra düğmeli lacivert takım elbisesiyle elçilik ataşesine benzeyen, oldukça uzun boylu, zayıf bir gençti. Matematiksel bir konuyu ele aldığında, bazen ona ayak uyduramayan dinleyici kitlesini umursamadan hızla ilerledi. Doktor Banach, sayılar arasında yaşamayı telafi etmek istercesine, ilk başta tahmin etmediğimiz oynamayı severdi. O günlerde Lwów’da çok fazla dans yoktu ve zaman zaman, özellikle karnaval sırasında özel balolar düzenlenirdi. Kendilerini zarif bir şekilde sunan ve iyi dans eden gençler misafir edildi. Tanımlayıcı geometri odaları genellikle sabah sekizde matematik dersleri için ayrılırdı. Doçent Banach’ın belirli günlerde ona bir mahkeme resepsiyonundaki genç bir diplomatın siluetini veren, bu arada ona tam oturan bir frakla geldiğini şaşkınlıkla fark ettik. Muhtemelen – tahmin ettik – rektörlükte veya belki de voyvodalıkta bir kutlamada konuşacaktı. Her halükarda, rugan ayakkabılarını teşhir eden, pardösüsünün dalgalanan kuyruklarıyla tebeşir tozunu süpüren, beyazla parıldayan doktorun görüntüsü. sonsuz sayı zincirlerini açtığı siyah tahta, en hafif tabirle orijinaldi. Kısa süre sonra doktorun ne taranmış ne de traş olduğunu fark ettik. Bir keresinde masaya oturdu ve eline yaslandı. Odada sessizlik vardı. Kıpırdama, meslektaşları ona fısıldayarak tavsiyede bulundu, yoksa yeni denklemler yazmaya başlayacaktı. Böylece saatin sonuna geldik. Kitapları ve defterleri toplayan arkadaşlar , uyuyan adamı uyandırmamak için birbirlerini dirseklerle dürttüler ve kahkahalarını bastırdılar . Son mazurkadan sonra hoca ilk derse koşuşturuyordu…
Helena Modjeska (veya daha doğrusu: Modrzejewska) yaşamı boyunca bir tiyatro efsanesi oldu. Olağanüstü bir aktris ve Polonyalı vatansever, geniş çapta saygı gördü ve yeteneğine hayran kaldı.
12 Ekim 1840’ta Krakow’da doğan Jadwiga Helena Mise, zengin dul Józefa Benda’nın gayri meşru kızıydı. Küçük yaşlardan itibaren oyuncu olmak istedi ve sahne kariyerinin başında “Modrzejewska” takma adını benimseyerek nispeten erken gezici gruplara katıldı. Bochnia, Stanisławów, Przemyśl, Brzeżany ve Nowy Sącz’da taşra sahnelerinde sahne almaya devam etti.
Yeteneği, birkaç küçük Galiçya tiyatrosunun aktörü ve yönetmeni olan ve onun patronu olan ve oyunculuk becerilerini geliştirmesine yardımcı olan Gustaw Zimajer tarafından fark edildi. Modrzejewska, özenle ve ısrarla ses ve diksiyon pratiği yaptı. Sonunda, iki aktör yakınlaştı ve 1861’de Rudolf Modrzejewski’nin doğumuyla sonuçlandı. O büyüyünce ünlü bir mühendis, Polonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde demiryolları ve köprüler inşa etti ve asma köprülerin yapımında bir öncü oldu. İlişki sonunda bilinmeyen nedenlerle sona erdi ve Helena zengin toprak sahibi Karol Chłapowski ile evlendi. O dönemde yaygın olan adetin aksine mesleğinden vazgeçmedi.
Helena Modjeska, Shakespeare’in Hamlet’inde Ophelia rolünde, 1867
Modrzejewska’nın ilk performansları hakkındaki incelemeler pek hevesli değildi. Ancak bu onun cesaretini kırmadı – aksine tutkusu ve ısrarı onu kısa sürede zirveye taşıdı. 1862’de Lwów’da sahne almaya başladı ve bu sayede eleştirmenlerin dikkatini çekti. O zamanlar kendisine başrol teklif edilmiyordu, bu yüzden başka yerlerde rol aramaya karar verdi. 1860’ların ortalarında Krakow’da ve ardından Varşova’da sahne almaya başladı. Orada gerçek bir yıldız statüsüne ulaştı – Zachęta’daki bir sergide, “Hamlet” ten Ophelia olarak portresi sergilendi ve fotoğrafları dükkanlarda satıldı. Vatanseverlik nedenleriyle Rusya ve Almanya sahnelerinde oynamak istemedi. Bununla birlikte, geçimini sağlayacak kadar parası olmasına rağmen, bu onun için yeterli değildi.
1876’da cesur bir adım atmaya karar verdi – bir koloni kurmak isteyen bir grup Polonyalı ile Kuzey Amerika’ya gitti. Bunlar arasında ünlü yazar ve daha sonra Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan ve oraya “Gazeta Polska” muhabiri olarak giden Henryk Sienkiewicz de vardı. Ancak, Anaheim, California’da bir çiftliğin inşası ve geliştirilmesi başarısız oldu ve kolonistler evlerine döndüler. Özenle İngilizce öğrenen Modrzejewska, yurtdışında kalmaya karar verdi. Kısa süre sonra Amerikan ve İngiliz sahnelerinde performans sergilemeye başladı ve uzmanlık alanı olan Shakespeare rollerini başarıyla üstlendi. Yerel izleyiciler için telaffuzu kolaylaştırmak için Anglo-Sakson dünyasında bugüne kadar tanınan “Modjeska” takma adını benimsedi.
Polonya davasını yurtdışında tanıtmak için birçok kez kullandığı muazzam bir popülerlik kazandı. Amerika’da trenle seyahat ederken, çoğunlukla üzerinde “Polonya” yazan bir vagon seçerdi.
Helena Modjeska, Tadeusz Ajdukiewicz, 1880
Ancak Amerika, onun için Londra yolunda yalnızca bir mola yeriydi. Modrzejewska’nın asıl hayali, memleketinde Shakespeare’in oyunlarının en büyük rollerini oynamaktı ve bunu da gerçekleştirecekti.
Salonların müdavimi olarak sosyetenin ilgisini çekmiş, ezber yeteneğiyle hayranlık uyandırmıştır. Sık sık tekrarlanan bir anekdot, aktrisin sadece Latin alfabesini (Lehçe telaffuzla) ve çarpım tablosunu okuduğunun farkında olmayan Amerikalı bir izleyicinin zevkini tartışıyor. Modrzejewska, Londralı bir dinleyicinin Kornel Ujejski’nin Lehçe bir şiirini okuduğunda nasıl derinden etkilendiğini kendisi hatırladı: “Tek kelime anlamadan ağlayan o yaşlı İngiliz kadınlarının kalbinin inceliği karşısında nasıl büyülendiğimi tahmin edebilirsiniz! ” – bir arkadaşına bir mektup yazdı.
1893’te Chicago’daki Dünya Adil Yardımcı Kongresi sırasında, Rus ve Prusya bölümleri altındaki Polonyalı kadınların durumunun iyileştirilmesi çağrısında bulundu. Konuşmasının yankıları, özel bir belgeyle Rusya topraklarına girmesini yasaklayan çarın kulaklarına ulaştı. Bundan sonra, o zamanlar çarlık yönetimi altında olan Varşova’nın sahnelerine çıkamadı. Ancak aktris Polonyalı izleyicileri unutmadı, bunun yerine sadece Krakow, Poznań ve Lwów sahnelerinde sahne aldı.
Helena Modjeska, yakl. 1879 (fotoğraf: Meletius Dutkiewicz)
Mali kazançla özellikle ilgilenmiyordu; servetini hayır işleri, vatansever amaçlar ve bazen sadece akrabalarını desteklemek için kullandı. Genç Ignacy Paderewski’nin oyununu duyduğunda, Viyana’daki eğitimini de finanse etti. Ünlü Amerikalı aktris Ethel Barrymore’un vaftiz annesiydi. 19. ve 20. yüzyılın başında, Modrzejewska dünyanın en popüler aktrisi oldu – onun gibi giyinen, la Modjeska şapkaları takan insanlar ve restoran yemeklerine onun adı verildi. Bugüne kadar onun adıyla imzalanmış çok sayıda ürün bulabilirsiniz – kartlar, sofra takımları, parfümler, kırtasiye malzemeleri. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir dağ ve bir şelale de onun onuruna seçildi.
Helena Modrzejewska, yaklaşık yarım asırlık bir kariyerin ardından 8 Nisan 1909’da Kaliforniya’da öldü. Amerika Birleşik Devletleri’nde cenaze törenleri düzenlendi, ancak vasiyeti doğrultusunda memleketi Krakow’daki Rakowicki Mezarlığı’na gömüldü.
Polonyalı olarak doğmadı ama kendi seçimiyle Polonyalı oldu. Rudolf Weigl, tifüs mikroplarını üretmek için bitleri kullanmanın öncüsü ve bu korkunç hastalığa karşı ilk etkili aşının yaratıcısıydı.
Rudolf Weigl, 2 Eylül 1883’te Moravya’da Avusturyalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının erken ölümünden sonra annesi, lise profesörü Józef Trojnar olan bir Polonyalı ile yeniden evlendi. Ona Polonya geleneği ve kültürü tutkusunu aşılayan üvey babasıydı.
1907’de Lwów Üniversitesi’nden mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında, şimdiden milyonlarca insanı öldürmüş olan düşman kurşunlarından daha korkunç bir hastalık olan tifüse karşı etkili bir aşı yapmaya çalıştığı orduya alındı. Weigl’in çalışması başarılı oldu – oldukça etkili bir aşı yapıldı. Polonya, 1920’de bağımsızlığını yeniden kazandıktan sonra, nispeten genç yaşına rağmen mezun olduğu okulda profesör oldu. Resmi tıp eğitiminden yoksundu (doktora ve doktora sonrası tezi zooloji ve histolojiyle ilgiliydi), ancak Lwów’da araştırmasına devam ettiği Salgın Tifüs ve Virüsler Araştırma Enstitüsü’nü kurmaya karar verdi. Enstitüde aşı inkübasyonu için böcek bağırsaklarını kullanmanın yenilikçi bir yöntemi geliştirildi.
Lviv’deki Jan Kazimierz Üniversitesi (fotoğraf: NAC)
Bu Lwów aliminin ünü hızla tüm dünyaya yayıldı. Weigl’in icadı, Çin’deki Belçikalı misyonerler arasında daha büyük ölçekte kullanıldı ve binlerce Çinliyi kurtardı ve bunun için, Büyük Aziz Gregory Papalık Düzeni de dahil olmak üzere en yüksek nişanlarla onurlandırıldı. Birçok farklı ülkeden bilim insanı Enstitünün yöntemlerini öğrenmek için Lwów’a geldi.
1939’da Weigl, Habeşistan’da kaldı ve burada yerel epidemiyolojik durumu inceledi, ancak savaş tehdidi nedeniyle Polonya’ya dönmeye karar verdi. Savaş çıktı ve o yılın Eylül ayında Lwów Sovyet işgali altına girdi. İşgalciler, Weigl’in icadının öneminin farkındaydı ve bu nedenle, araştırması için kendisine ek odalar verildi. 1941 yazında Lwów’un Alman ordusu tarafından işgalinden kısa bir süre sonra, Waffen-SS’den General Fritz Katzmann, Volkslist’i imzalama ve Berlin’e taşınma teklifiyle Weigl’in ofisine geldi. Bir akademisyen ve iki Avusturyalının oğlu olarak bu mükemmel bir çözüm gibi görünüyordu. Ancak sonuçların farkında olan Weigl, yalnızca kısaca yanıt verdi: “Anavatanınızı yalnızca bir kez seçersiniz. 1918’de benimkini seçtim.
Ancak çalışmaları değerliydi ve Almanlar bunu çok iyi biliyordu. Sadece 1942’de Nobel Ödülü adaylığına verdiği desteği geri çekerek yanıt verdiler.
Lviv’de Profesör Rudolf Stefan Weigl
Rudolf Weigl’in icadının fenomeni neydi? Besleyicinin vücuduna bitlerin insan kanını emebileceği özel kafesler takmaktan oluşan özel bir bit besleme tekniği icat etti. Kafesler, çirkin yaraları gizlemek için en sık uyluklarda veya bacakların alt kısımlarında gizli yerlere yerleştirildi. Yaklaşık 45 dakikalık yemlemeden sonra bitlerin aşırı yemeden patlamasını önlemek için kafesler kapatıldı. Sonra onlara tifüs mikrobu enjekte edildi. Çoğalınca bitler mikroskop altında hazırlandı. Bağırsakları aşının temeliydi. Isırıkları tarafından bırakılan kalıcı izler nedeniyle, savaştan önce sadece erkekler “besleyici” olarak çalıştırılıyordu. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra artık kimsenin umurunda değildi. O dönemde işgal ordularının aşıya ihtiyacı vardı, bu nedenle Weigl’in laboratuvarının genişletilmesi gerekiyordu. O zamanlar bu korkunç hastalıkla savaşmanın bilinen tek ve etkili yöntemi buydu.
Enstitüde “besleyici” olarak çalıştırılanların hayatta kalma şansları arttı ve bu tür belgeler Almanlar tarafından genellikle “kesin” olarak kabul edildi. Bu nedenle Enstitü, Polonya entelijansiyasının temsilcilerini, bilim adamlarını ve kültür insanlarını ve ayrıca bağımsızlık üyelerini yeraltında istihdam etti. Lwów “besleyicileri”, diğerlerinin yanı sıra parlak matematikçi Stefan Banach, mikrobiyolog Ludwik Fleck, şair Zbigniew Herbert, coğrafyacı Alfred Jahn, genetikçi Wacław Szybalski ve diğerlerini içeriyordu. Weigl Enstitüsü’nde istihdam, bir toparlanma durumunda özgürlük getirebilirdi, ayrıca Lwów’un entelijensiyasının açlıktan ölmek üzere olan temsilcilerine işgalde hayatta kalma şansı veren ek bir yemek ödeneği sağladı. Enstitü için yaklaşık iki bin kişinin çalıştığı tahmin ediliyor.
Bir kişinin uyluğuna bağlanmış bit taşıyan tifüslü kafesler
Enstitünün faaliyetleri sadece işgal ordularının emriyle aşı üretmekle sınırlı kalmadı. Elde edilen aşı ve ilaçların kaydedilmesindeki zorluklar nedeniyle, katı bir komplonun parçası olarak toplama kamplarına, Yahudi gettolarına ve yeraltı askerlerine gönderildiler.
Sovyet ordusunun ilerlemesiyle karşı karşıya kalan Rudolf Weigl, Lwów’dan ayrılmak için dramatik bir karar verdi. 1944’te Krakow’a ve ardından birkaç yıl sonra aşı üzerinde çalışmaya devam ettiği Poznań’a taşındı. Almanya ile asılsız işbirliği suçlamalarının bir sonucu olarak, komünist yetkililer 1948’de Nobel Ödülü verilmesini engelledi. faaliyetler. 11 Ağustos 1957’de Zakopane’de öldü.
14 yaşından beri aktör olan Bernard Cribbins, 20’li yaşlarının ortalarında Londra sahnesinde önemli bir yıldız haline geldi, ancak film komedilerindeki başarısı ve bir dizi hit rekorla ulusal bir yıldız haline gelmesinden on yıl önceydi. . Birçok “Devam Et” dizisinde rol aldı ve ayrıca çizgi film ve TV reklamları için seslendirme yaparak büyük bir başarı elde etti.
Aile
Eş Gillian McBarnet ( 27 Ağustos 1955 – 11 Ekim 2021)
Ebeveynler Ethel Clarkson
John Edward Cribbins
Diğer bilgiler
14 yaşında yerel repertuar şirketinde öğrenci oyuncu oldu.
Hepsi 1962’de “Hole in the Ground”, “Right Said Fred” (#10) ve “Gossip Calypso” (#25) ile UK Singles Chart’ta başarı elde etti. The Beatles’ın prodüktörlüğünü yapmasıyla en ünlü yapımcı George Martin .
1970’lerin “Tufty” İngiliz Halkla İlişkiler Filmlerinin anlatıcısıydı.
1947’de İngiliz Ordusu’nun havadan saldırı gücü olan Paraşüt Alayı’nda Ulusal Hizmeti olarak görev yaptı.
Daleklerin Fezadan Saldıranlar (2150 Yılı ) adlı uzun metrajlı filmi Doctor Who’da (1966) ve yeniden canlanan televizyon dizisi Doctor Who’da (2005) rol alan tek aktördür.
John Edward (1896-1964) ve Ethel (kızlık soyadı Clarkson) Cribbins’in (1897-1989) oğlu.
1942-43’te Oldham Repertory Company’de göründü; Piccolo Players, Lancashire, BK ile; ve sahnedeki ilk, hayati yıllarında Queen’s Players, Hornchurch, İngiltere ile birlikte.
En sevdiği “Devam Et” filmi Jack’i Devam Ettir (1964).
Dramaya yaptığı hizmetlerden dolayı 2011 Kraliçe’nin Doğum Günü Onur Listesi’nde OBE (Britanya İmparatorluğu Nişanı Memuru) ile ödüllendirildi.
Profesyonel bir oyuncu olma tarihi, yerel bir tiyatro yapımcısının onu bir okul oyununda görüp ona Oldham Coliseum Rep.
Haziran 2011 itibariyle İngiltere, Surrey, Weybridge’de yaşıyordu.
Mott olarak ilk kez göründüğünde 79 yaşında, Doctor Who (1963) veya Doctor Who (2005) filmlerinde itibarlı bir yol arkadaşını oynayan en yaşlı aktör.
Bilim kurgu dizisi Doctor Who (1963) ile uzun süredir devam eden bir ilişkisi var. Sadece ikinci Peter Cushing filmi Daleks Fezadan Saldıranlar 2150 Yılı’nda (1966) rol almakla kalmadı, Doctor Who’nun (2005) Russell T. Davies versiyonundaki normal rol arkadaşı Wilfred Mott’tan 40 yıl önce , ayrıca 1974’te Doktor rolü için Barry Letts ile röportaj yapmıştı .
Carry On Cleo (1964) filminde oynaması istendi, ancak bunun yerine bir oyun oynamayı seçti.
Birçok ticari seslendirme görevi, British Telecom için Busby’yi içermektedir.
BBC’nin ‘Jackanory’ programına 111 kez çıkma rekorunu elinde tutuyor.
Kayıp bölümlerin yeni Babalar Ordusu yeniden yapımlarında yer alacaktı, ancak sağlık nedeniyle okulu bırakmıştı. (2019).
Üç kız kardeşi vardır; Veronica (d. 1927), Kathleen (d. 1935) ve Barbara (d. 1944).
Suzanne (d. 1960) ve Paul’ün (d. 1968) amcası, kız kardeşi Kathleen ve kocası Eric Kershaw aracılığıyla.
Oyunculuktan önce pencere temizleyicisi olarak ve bir bira fabrikasında çalıştı.
Asım olan eşiyle tanıştığı Oldham Repertory Theatre’da 12 yıl geçirdi.
Sahneye çıkışını bir okul pandomiminde Jack Frost olarak yaptı.
Amatör oyuncu olan babası onu tiyatro ile tanıştırdı.
1972’de 2 Alman televizyon programında Millicent Martin’i yönetti.
1947’de, 19 yaşındayken, Oldham Coliseum’da Macbeth’in bir sahne yapımındaydı ve burada Macbeth’i oynayan Harold Norman’ın sahnelenen bir dövüş sırasında kazara ve ölümcül şekilde yaralanmasına tanık oldu. Yapım ekibi daha güvenli sahte kılıçlara parası yetmedi ve bu yüzden gerçek kılıçları kullandı.
Kişisel Alıntılar
[ Doctor Who’da (1963)] Aslında seçmelere katılmadım. Ancak Jon Pertwee ayrılırken, yakın zamanda ölen yapımcı Barry Letts birçok oyuncuyla röportaj yaptı, bunlardan biri bendim. Gidip oturdum ve “Şimdi, o zaman ne yapabilirsin?” “Ben çok iyi bir yüzücüyüm, paraşütçüydüm, dövüşebilirdim” dedim – ve “Oh hayır, dövüşmek yok, Doktor asla dövüşürken görülmedi!” Böylece Tom Baker bir sonraki Doktor oldu ve onun yaptığını hatırladığım ilk şeylerden biri birini bayıltmaktı.
[OBE ile ödüllendirilirken] Gobsmacked! Hayatın boyunca ödül almayı bekleyemezsin. Siz sadece işlere devam edin, olması gerektiği gibi.
“Elinizden gelenin en iyisini yapın ve her iş için minnettar olun” – 2018’de yayınlanan “Bernard Who? 75 Years Of Doing Only Everything” adlı otobiyografisinde verdiği tavsiye.
Charles Dickens’ın (1812-1870) ikinci romanı, orijinal olarak 1837-39 seri bölümleri halinde ve 1838’de üç ciltlik bir baskı olarak yayınlandı. ‘, Oliver Twist , yoksulluğun etkisi ve düşkünlerevi sisteminin kusurları hakkındaki endişeleri aktarıyor. Yetim bir çocuk olan Oliver, ilk yıllarını acımasız kurumlarda geçirir. Daha fazla yiyecek isteyerek şaşkınlığa neden olduktan sonra, bir cenazecinin yanında çıraklık yapar, ancak kaçar ve manipülatif Fagin tarafından kontrol edilen bir yankesici çetesinin parçası olur. Yazarın amaçlarından biri, 1830’ların popüler bir türü olan ‘Newgate’ kurgusunda suçluların sansasyonel ve göz alıcı tasvirine karşı çıkmaktı.
Charles Dickens’ın Oliver Twist’inin 1850 baskısına Önsözün El Yazması
Oliver Twist ve düşkünlerevi
Viktorya dönemi düşkünler evinin zorlukları, Oliver Twist’in ünlü “Lütfen efendim, biraz daha istiyorum” sözünü söylemesine neden oldu. Burada Ruth Richardson, Dickens’ın kendi yoksulluk deneyimlerini ve yazdığı sosyal ve politik bağlamı araştırıyor.
Bugünlerde çoğu insan , kitaptan, filmden ya da müzikalden , Yoksullar Yasası’nı ve onun ıslahevlerini Oliver Twist’ten biliyor . Daha fazlasını isteyen sıska, ihmal edilmiş küçük çocuğun görüntüsü bir klasik haline geldi. Charles Dickens için Yoksullar Yasası hakkında bir roman yazmak, çağdaş bir ulusal tartışmaya düşünceli bir müdahaleydi. Zaman zaman hiciv veya ironiyle ağırlaşan ses tonunda, Yoksullar Yasasını derinden Hristiyanlığa aykırı bulduğunu duyabilirsiniz.
Dickens , ilk olarak Şubat 1837 ile Nisan 1839 arasında aylık taksitler halinde yayınlanan Oliver Twist’i sistemin masum bir çocuğa muamelesini göstermek için tasarladı.Çocuğa hiçbir ‘suçun’ atfedilemeyeceği düşkünlerevi sisteminde doğup büyüdüler. Oğlanların ihmal edildiğini, kötü muamele gördüğünü ve açlığın o kadar kötü olduğunu gösteriyor ki, bir çocuk daha iyi beslenmezse diğerlerinden birini yemekle tehdit ediyor. Oliver’ın daha fazla yiyecek isteme cüreti göstermesinin tek nedeni, aç çocukların bunu kimin yapması gerektiğine karar vermek için kura çekmeleri ve o da kısa çöpü çekmesiydi. George Cruikshank’ın ünlü çiziminde, zavallı öksüz Oliver, tam arkasında korkunç yamyamlık tehdidiyle ve karşısında intikam güçlerini serbest bırakmaya hazırlanan bir düşkünlerevi ustasının zorbasıyla tamamen yalnız duruyor. Arka plandaki yoksul kadın yardımcı, Oliver’ın yaptığı şeyin tehlikesini fark eder ve dehşet içinde ellerini havaya kaldırır.
Oliver’ın talebi -büyümekte olan bir çocuğun doğal bir ricası- karşılığında aldığı cezaların açıklaması, sonraki bölümün büyük bir bölümünü kaplıyor. Sistemin acımasızlığı ortaya çıkıyor. Oliver’a iftira atılır, asılmakla, çekilmekle ve dörde bölünmekle tehdit edilir; aç bırakılır, sopayla dövülür ve yoksullardan oluşan bir seyirci kitlesi önünde kırbaçlanır, günlerce karanlıkta tek başına tutulur, tekmelenir ve lanetlenir, bir yargıcın önüne çıkarılır ve bir cenaze levazımatçısında çalışmaya gönderilir, hayvan artıklarıyla beslenir, alay edilir ve uyumaya zorlanır. tabutlarla.
Yeni Yoksullar Yasası
Dickens, Parlamento’dan tiksindi. Başarılı bir romancı olmadan önce meclis muhabiri olarak çalıştı. Politikacıları çok yakından izlemiş, konuşmalarını kelimesi kelimesine kısa sürede not etmiş ve ardından bunları günlük gazete haberlerine çevirmişti. Pek çok tartışmayı dikkatle dinlemişti ve milletvekillerinin hemcinslerine karşı sergiledikleri tavırlardan midesi bulanıyordu. Dickens, Oliver Twist’i planlayıp kaleme aldığında , ülke çapında yeni yasalar uygulanmaya yeni başlıyordu.
‘Yeni’ Yoksullar Yasası olarak da bilinen 1834 Yoksullar Yasası (Değişiklik) Yasası, çalışma evi sistemini kurdu. Yaşlılar, hastalar ve yoksullar için barınak sağlamak ve işsizliğin yüksek olduğu zamanlarda iş karşılığında yiyecek veya giyecek sağlamak yerine, düşkünler evleri bir tür hapishane sistemi haline getirilecekti. Hükümetin niyeti, acımasızca caydırıcı bir rejim kurarak yoksulluğa yapılan harcamaları kısmaktı. Eski mahalle fakirhaneleri ve düşkünler evleri tamamen değiştirilecekti, bundan böyle – zorluk veya mevsim ne olursa olsun – hiçbir nakit desteği ve bir ailenin birlikte hayatta kalmasına yardımcı olabilecek eski ayni hediyeler (yiyecek, ayakkabı, battaniye) verilmeyecekti. şimdi izin verilmedi. Tek seçenek, sıkı çalışma, zorla çalıştırma ve yalnızca içeridenzayıf bir geçim karşılığında düşkünlerevi (bu, tam zamanlı olarak yaşamak için oraya girmek anlamına geliyordu). Evler parçalandı, eşyalar satıldı, aileler ayrıldı.
Yeni sistem altında Yoksul Hukuk Sendikaları adı verilen mahalle grupları oluşturuldu ve ülke çapında bir çalışma evleri ağı kuruldu. Genellikle yerel iş adamları olan ‘Muhafızlar’ tarafından yönetiliyorlardı. Bu yerlerin içindeki rejim kasıtlı olarak en çaresiz olanlar dışında herkesi caydırmayı amaçlıyordu. Çocuklar ayrıldı ve gönderildi, saçlar kazındı, giysiler kaynatıldı, üniformalar verildi. Yoksullar Yasası Kurulu tarafından merkezi olarak kontrol edilmesine rağmen, her çalışma evi yerel olarak yönetiliyordu. Dickens, yönetimin kendini beğenmiş ve kalpsiz adamlar tarafından yönetildiğini gösteriyor: ‘beyaz yelekli adam’, Oliver Twist’in ıslahevindeki gardiyanların kendini beğenmiş gaddarlığını kişileştiriyor (bölüm 2). [1]Bu muhtemelen Dickens’ın bildiği bir şeydi: Muhtemelen Londra’da bu tür konular hakkında haber yapmıştı ve Oliver Twist’teki birçok doğru ayrıntı, Dickens’ın hikayeyi yazmadan önce çok araştırma yaptığını gösteriyor. Yetimhane sisteminin düzensiz olduğu doğruydu: bazı yerlerde – özellikle Kuzey İngiltere’nin bazı bölgelerinde – yoksulların ‘koruyucuları’ arasındaki daha hayırsever görüşler, yönetimin daha nazik olabileceği anlamına geliyordu. Genel olarak, yine de, sistem sert ve sertti. Yoksullara – hasta, yaşlı ya da ölmek üzere olsalar bile – sanki içinde bulundukları kötü durum tamamen kendi sebepleriymiş ve cezalandırılmayı hak ediyorlarmış gibi cezalandırıcı bir şekilde davranılıyordu. Bu, hastaların iyileşmesine yardımcı olacak bir Ulusal Sağlık Hizmetinin, yaşlıların evde kalmasına yardımcı olacak bir emeklilik planının, işsiz insanlar için işsizlik ödeneğinin olmadığı bir zamandı.
Islahevi sisteminden nefret ediliyordu ve insanlar ona tabi olmaktan kaçınmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, bu yüzden oraya varanlar ya en savunmasız ya da en katı ve küstah olanlardı. Ne yazık ki, bu gruplar genellikle aynı koğuşlarda barındırılıyordu. Hayırsever hastaneler genellikle kronik (tedavi edilemez) koşullardan muzdarip olanlara, ölmekte olan hastalara ve yoksullara erişimi reddetti. Bu nedenle, düşkünler evi mahkûmları genellikle o zamanlar tıbbi durumları umutsuz görülen ve sosyal statüleri onları diğer tür yardımlardan mahrum bırakan kişilerdi. Viktorya Dönemi Yoksul Yasası sistemi, Nazilerin tasfiye etmek isteyeceği insanları etkili bir şekilde depoladı: hastalar, yaşlılar ve sakatlar, kronik olarak hasta veya tedavi edilemez, fiziksel olarak deforme olmuş, hastalıklı, sakatlanmış, deli, deli veya zihinsel engelli insanlar.
Dickens’ın kişisel deneyimi
Dickens, 1836-37 kışında Oliver Twist’i yazmaya başladığında sadece 25 yaşındaydı . Kendi yaşam deneyiminden dolayı, doğum kazalarının veya koşulların sıradan insanları çaresizliğe, açlığa, gaddarlığa ve suça karşı savunmasız hale getirebileceğini anladı . Sırrı (ancak ölümünden sonra ortaya çıktı), çocukken kendi ailesinin bir borçlular hapishanesine hapsedilmiş olmasıydı. Bu deneyim onun için ne kadar korkunç olsa da – ve onu ömür boyu damgaladı – aslında bir düşkünlerevinde hapsedilmenin tercih edildiğini biliyordu. Bir borçlular hapishanesinde, ailenin en azından bir arada kalmasına izin verildi.
Dickens ailesi ayrıca iki kez Londra’daki büyük bir ıslahevinin (Cleveland Street Workhouse) kapılarında yaşamıştı, bu yüzden büyük olasılıkla pek çok üzücü şey görmüş ve duymuşlardı. Ailenin lojmanı bir yiyecek dükkânının üzerindeydi ve genç Dickens’ın yakınlardaki kurumda olduğunu bildiği ıstırap konusunda son derece hassas hissetmesi oldukça olasıdır. Bir yetişkin olarak Dickens, Oliver Twist’inki gibi bir kaderden kaçındığı için kendisinin şanslı olduğunu biliyordu.
Cleveland Street Workhouse’daki diyet
Yakın tarihli tarihsel araştırmalar, Dickens’ın Oliver Twist’te yarattığı Yoksullar Yasası resminin, Cleveland Caddesi’ndeki düşkünler evinde işlediği için gerçek şeye çok benzediğini göstermiştir. Oliver’ı disipline etmek için kullanılan cezalandırma rejimi, o sırada Cleveland Caddesi’nde hüküm süren rejime çok benziyor. Bunun en açık örneği, belki de Covent Garden Parish tarafından yayınlanan resmi düşkünler evi düzenlemelerinin özellikle ikinci kez yiyecek verilmesini yasaklamasıdır.
‘Yeni model bir diyet masası’ her gün kahvaltıda yulaf ezmesi ve pazar, salı ve perşembe günleri ‘bir porsiyon’ haşlanmış etle birlikte ekmek (tereyağı söz konusu değil) siparişi verdi. Sonraki her gün ana yemek sadece bir önceki günkü etin kaynatıldığı et suyundan yapılan çorbaydı. Cumartesi günü ne et ne de çorba verildi, sadece küçük bir porsiyon peynir verildi. Çay, şeker, porter (ale), koyun veya koyun suyuna sadece doktor reçetesiyle izin verildi. Balıktan bahsedilmiyordu ve domuz eti yılda yalnızca bir kez Noel Günü’nde ortaya çıkıyordu ve tek pişmiş erikli puding görünümüyle birlikte. Kutsal Cuma günü bir Paskalya ikramına izin verildi: ‘her birine çapraz çörekler’. Sağlık Görevlisi tarafından açıkça belirtilmedikçe ve kendisi tarafından bu amaca ayrılmış deftere işlenmedikçe,‘yukarıdaki ödeneğe hiçbir şekilde ilave yapılmaz’ ve ‘hiçbir şekilde ek ödenek verilmez’.
Dickens’ın bununla ne yaptığını herkes biliyor: “Lütfen efendim, biraz daha istiyorum”.
Cleveland Street Workhouse’u çevreleyen sesler ve kokular
Cleveland Caddesi’ndeki dört katlı Çalışma Evi ve mezarlığı, Dickens’ın sadece birkaç kapı ötede yaşadığı her iki dönemde de aktif olarak kullanılıyordu. Çalışma Evi kapalı bir alanda yaşıyordu, ancak tamamen kapalı bir kurum değildi: Orada olup bitenler, bölgeyi hayal edebileceğimizden daha fazla şekilde etkiledi. Binanın ön cephesindeki birçok pencere sokağa bakıyordu, bu yüzden yolun karşısından camın arkasından yüzler görülebiliyor ve belki de insan sesleri duyulabiliyordu. Tüm kurumun hayatı, kurum içindeki çalışma gününün kalkma, çalışma, yemek yeme ve uyuma saatlerinde kesintiye uğratan düşkünlerevi zilinin düzenli çınlaması ile koordine ediliyordu. Her koğuşta ve bu büyük kurumun arka bahçesinde ve ön avlusunda duyulması amaçlanan büyük bir çalışma evi zili, çevredeki sokaklarda neredeyse hiç duyulmaz. Kurumun duvarlarının ötesine başka sesler de sızmış olabilir: hem yatış (doğum) koğuşu hem de deliler koğuşu binanın ön tarafındaydı, bu nedenle bazen inlemeler ve feryatlar birbirine karışmış ve dışarıdan duyulabilir bir şekilde birleşmiş olabilirdi. Genel olarak kurumsal eksiklikleri hafife alan Poor Law muhabirlerinin bile “kokuşmuş ekshalasyonlar” olarak adlandırdıkları yerin bunaltıcı kokusu, Dr. Yoksulların halı dövmelerinden ve taş kırmalarından kaynaklanan boğucu toz bulutlarından tiksinti,
Çalışma Evi kapısı genellikle sıkıca kapalı tutuldu. Girişin her iki yanında çift kapılı evi olan kapı görevlisinin, giriş üzerinde sıkı bir kontrol sağlaması bekleniyordu. Kapıyı açmadan önce gelenlerden yazılı bir emir istedi, ziyaretçileri girerken ‘alkollü içkiler’ için tek tek aradı, teslimatları kabul etti ve belgeledi, Evden ayrılan herkesi kontrol etti ve her şeyi büyük bir deftere kaydetti. Zille mi yoksa kapı tokmağıyla mı çağrıldığını bilmiyoruz, ancak her ikisi de hem sokakta hem de bekçi kulübesinin içinde duyulabilirdi. Esnaflar, ziyaretçiler, mezarlığa gelen yoksul cenazeleri ve kabul için başvuran yoksulların hepsi, o kimlik bilgilerini doğrulayana kadar dışarıda beklemek zorunda kalacaktı. Kuyruğun uzun olduğu zamanlar olurdu şüphesiz.
Dickens’ın ilham kaynağı
Dickens’ın yazılarında, özellikle de Oliver Twist’te Cleveland Street Workhouse’un bulunduğu yerden ayrıntıları kullandığını gösteren başka materyaller de gün ışığına çıktı.. Örneğin, Oliver’ın şapkası, Cleveland Street Workhouse’daki erkeklerin üniformasıyla aynı kahverengi kumaştan yapılmış olarak tanımlanıyor ve romanın konusu, ıslahevi müdiresinin bir ıslahevinin kadınlar bölümünden görülebileceği olasılığı üzerine dönüyor. bir tefeciyi ziyaret etmek. Dickens’ın zamanında, köklü bir tefeci dükkânı, Norfolk Caddesi’nin üst ucunda, Workhouse ile Dickens ailesinin kiracı olduğu köşedeki ev arasında çapraz olarak bulunuyordu. Her iki yerin pencerelerinden açıkça görülüyordu. Bugün tefeci dükkânının olduğu aynı köşede durursanız, hem Dickens’ın eski evini (artık mavi plaketli) hem de Workhouse’un kadınlar koğuşunun üst kat pencerelerini görebilirsiniz.
Ancak Dickens’ın Oliver Twist’te Cleveland Caddesi’ni kullandığına dair belki de en ikna edici kanıt , Workhouse’un tam karşısında, mumlar ve hayvansal yağdan (donyağı) yapılmış ucuz acele lambaları satan bir donyağı satıcısı dükkanıydı. Dışarıdaki tabela, muhtemelen sahibinin işi ve adı ile boyanmıştır. O kimdi? Bill Sykes adında bir adam, tıpkı Oliver Twist’teki katil gibi .
George Orwell, en çok Hayvan Çiftliği (1945) ve Nineteen Eighty-Four (1949) romanlarıyla tanınan bir romancı, gazeteci, denemeci ve eleştirmendi .
George Orwell ne zaman doğdu?
Orwell, 1903’te Motihari, Bengal, Hindistan’da The Road to Wigan Pier’de (1937) “alt-üst orta sınıf”: “parasız üst-orta sınıf” olarak tanımladığı bir ailede dünyaya geldi.
Çok çalıştı ve Eton’da bir yer kazandı ama oradayken kendini sınavları geçmekten çok okumaya adadı. Üniversiteye gitmek yerine, Hindistan Kamu Hizmeti sınavlarına girdi ve 1921’de Burma’da polis oldu – muhtemelen Burmalı polis eğitim akademisine katılan ilk ve tek eski Etonyalıydı. Deneyimleri , 1934’te New York’ta yayınlanan ilk romanı Burmese Days’e ilham verdi (İngiliz yayıncılar iftira davalarından korkuyordu).
George Orwell’in gerçek adı neydi?
George Orwell, Eric Arthur Blair’in takma adıydı. Biyografi yazarı Bernard Crick’e göre Orwell, “kısmen ailesini utandırmaktan kaçınmak için, kısmen başarısızlığa karşı bir önlem olarak ve kısmen de ona Viktorya dönemine ait bir erkek çocuğunun hikayesindeki bir küstahlığı hatırlatan Eric adından hoşlanmadığı için” bir takma ad kullandı.
George Orwell ne yazdı?
Orwell’in ilk kitabı kurgusal olmayan kitaptı.Down and Out in Paris and London (1933) ve polisten ayrıldıktan sonraki deneyimlerine dayanıyordu. Eleştirmen Bernard Crick bize, bu süre zarfında serseriler arasında yolculuklar yaptığını ve Londra’da ve Kent’in şerbetçiotu tarlalarının çevresinde fakirler ve evsizler arasında yaşayarak zaman geçirdiğini ve İngiliz yoksullarına davranılıp davranılmadığını görmek istediğini yazdığını söylüyor. kendi ülkelerinde Burmalıların kendi ülkelerinde olduğu gibi.
Orwell daha sonra 1928’de Paris’e taşındı ve burada kendi sözleriyle ‘yaklaşık bir buçuk yıl Paris’te yaşadı, kimsenin yayınlamayacağı romanlar ve kısa öyküler yazdı. Param tükendikten sonra, diğer şeylerin yanı sıra bulaşık makinesi, özel öğretmen ve ucuz özel okullarda öğretmenlik yaptığım birkaç yıl oldukça şiddetli bir yoksulluk yaşadım.’
Orwell’in siyasi görüşleri onun yazılarını nasıl etkiledi?
‘Neden Yazıyorum’ (1946) adlı makalesinde, ‘en çok yapmak istediğim şeyin politik yazmayı bir sanat haline getirmek olduğunu’ açıkladı. Demokratik sosyalizm olarak tanımlanan siyasi inançları, Britanya’daki yoksulluğun belgesel bir anlatımı olan The Road to Wigan Pier (1937) gibi kitaplara bilgi veriyor. Stalin’i destekleyen Sosyalist entelektüelleri eleştiren ikinci yarısı, faşizme karşı daha geniş bir mücadele bağlamında solcu iç çatışmayı eleştiren İspanya İç Savaşı, Katalonya’ya Saygı (1938) açıklaması gibi son derece tartışmalıydı.
George Orwell’in önemli romanları: Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
Hayvan Çiftliği(1945) adlı romanı da totaliterliğe olan nefretini ifade ediyor ve Rus devriminin gelişmelerini aynı adı taşıyan çiftliğe dayanan bir masal tarzında hicvediyor.
Nineteen Eighty-Four (1949), her şeye gücü yeten Büyük Birader tarafından yönetilen distopik bir geleceği anlatarak benzer konuyu ele alır. Her iki kitap da tüm dünyada çevrildi ve Soğuk Savaş sırasında çatışan taraflarca farklı okundu.
Bir erkek evlat edinen Orwell, 21 Ocak 1950’de veremden öldü.
Ludwig van Beethoven, sanatında biçim ve ifadenin sınırlarına meydan okumak için geleneklere ve fiziksel sınırlamalara karşı çıkarak, popüler hayal gücünün yaratıcı dehası fikrini kişileştiriyor. Batı klasik geleneğinin en büyük ve en etkili bestecilerinden biri olarak tanınan, 28 yaşından itibaren sağırlığın başlangıcına meydan okuyarak 9 senfoni, 35 piyano sonatı ve 16 yaylı dörtlüsü içeren 722 eser üretti.
Erken yaşam ve çalışmalar
Beethoven, mahkemesi Bonn’da bulunan Köln Seçmeni’nin hizmetinde çalışan Flaman-Alman öğretmen ve şarkıcı Johann van Beethoven’ın oğlu olarak Aralık 1770’te Bonn’da doğdu. Müzik yeteneği erken yaşlardan itibaren fark edildi ve geliştirildi. 9 veya 10 yaşından itibaren, Beethoven’ın “başladığı gibi devam ederse kesinlikle ikinci bir Wolfgang Amadeus Mozart olacağını” belirten mahkeme orgcu ve besteci Christian Gottlob Neefe’den dersler aldı. Beethoven daha sonra mahkeme orkestrasında orgcu yardımcısı ve viyolacı pozisyonlarını üstlendi ve ilk yayını – üç klavye sonatından oluşan bir set – 1783’te çıktı. annesi hastalanınca ziyaret kısa kesildi.
Beethoven ve piyano
Beethoven’ın ilk şöhreti, halka açık ve özel konserlerde sergilediği bir piyanist olarak virtüözlüğünden geliyordu. Viyana’da yayınlanan ilk iki eseri sırasıyla piyano üçlüsü ve solo piyano sonatlarından oluşuyordu, ikincisi Haydn’a ithaf edildi. Bunu 1795 ile 1810 yılları arasında, ilk dördünün prömiyerini Beethoven’ın kendisinin yaptığı beş piyano konçertosu izledi. Mozart’ın Piyano Konçertosu no. Re minör 20 (K. 466) ve doğaçlamalarıyla ünlüydü. Piyano öğretmek, kariyerinin ilk yıllarında yaptığı faaliyetlerin önemli bir bölümünü oluşturdu ve gelirine katkıda bulundu. Önemli aristokrat öğrenciler arasında Avusturya Arşidükü Rudolf (1788–1831) ve Beethoven’ın sözde ‘Ay Işığı’ piyano sonatını adadığı Kontes Giulietta Guicciardi (1784–1856), op. 27 numara 2.
Artan sağırlığı nedeniyle Beethoven, 1814’te toplum içinde piyano çalmayı bırakmak zorunda kaldı, ancak enstrüman, yaratıcı yaşamının merkezinde yer almaya devam etti. Beste pratiğini 1823’te Arşidük Rudolf’a yazdığı bir mektupta anlatan Beethoven, “en uzak fikirleri anında tespit etmeyi” öğrenmek için piyanonun yanına küçük bir masa yerleştirmenin ne kadar önemli olduğunu yazdı. 1818’de Londra’dan, Beethoven’ın alışık olduğu Viyana enstrümanlarından daha geniş bir pusula sunan yeni bir Broadwood fortepiano teslim aldı. Beethoven, son dönem piyano sonatlarında (op. 106, 109, 110 ve 111), önceden kabul edilmiş dinamik, ifade, ritim ve teknik sınırlarını genişletmek için bu tür teknik gelişmeleri kucakladı.
Beethoven’ın yaratıcılığı
Beethoven’ın hayatta kalan eskizleri, herhangi bir yaratıcı sanatçının boş sayfayla mücadelesinin en çarpıcı ve güçlü örneklerinden birini sunuyor. El yazısının kaotik görünümüyle ünlü, genellikle silmeler, düzeltmeler ve karalamalarla dolu olan el yazmaları, yaratıcılığının güçlü bir görsel temsilini sunuyor ve bestecinin öfkeli mizacına ilişkin popüler algıları besliyor.
Do minör bir senfonik bölüm için Bonn yıllarından kalma bir eskiz, Beethoven’ın erken yaşlardan itibaren senfonik formla uğraştığını gösteriyor ( Add. MS 29801 , folio 70v). Tamamlanmış dokuz senfonisi, 1800’den 1824’e kadar uzanan beste üretiminin belkemiğini oluşturur, her biri kendine özgü bir karaktere sahiptir ve farklı şekillerde yenilikçidir.
1809’da, Arşidük Rudolf liderliğindeki Beethoven’ın üç patronundan oluşan bir koalisyon, Viyana’da kalacağı ve Kassel’de Kapellmeister olma davetini kabul etmeyeceği anlayışıyla besteciye yılda 4000 florin maaş ödemeyi kabul etti. Amaç, Beethoven’ın mali kaygılarını gidermek ve ona bir besteci olarak daha fazla özerklik vermekti. Buna karşılık Beethoven, piyano sonat op dahil olmak üzere Rudolf’a 14 eser adadı. 81a ( Les Adieux ), ‘Archduke’ piyano üçlüsü op. 97 (1811) ve Missa Solemnis op. 123 (1819–23).
Oda müziği, Beethoven’ın çıktısının başka bir kalıcı unsurunu oluşturdu, özellikle 1800 ile 1826 yılları arasında bestelenen ve son dördü 1825 ve 1826’daki muazzam son yaratıcılık patlamasından doğan yeni ses dünyalarını keşfeden 16 yaylı dörtlüsü.
Beethoven’ın müziği, bir besteci olarak ilgi alanlarının ve fırsatlarının çeşitliliğini yansıtan şarkılar, kanonlar, kantatlar, varyasyonlar, bagatelles, uvertürler, danslar, opera, tesadüfi müzik ve marşlar dahil olmak üzere birçok başka türü kapsar.
devrimci bağlam
Beethoven’ın müziği, diğer tüm bestecilerden daha fazla, aşkın mücadele, devrim ve yüce kavramlarıyla özdeşleştirildi. Özgürlük ve tiranlıktan kurtulma idealleri , genellikle 19. yüzyıl başlarındaki Avrupa’nın daha geniş kültürel ve politik manzarasıyla ilişkili olarak yorumlanan tek operası Fidelio ve Dokuzuncu Senfoni gibi eserlere nüfuz eder. Fransız Devrimi ve ardından gelen Fransız Devrimci ve Napolyon Savaşları, kesinlikle Beethoven’ın 1789 ile 1815 arasındaki yaşamının çok önemli bir arka planını temsil ediyor . , Fidelio iseilk performansını 20 Kasım 1805’te, çoğunlukla işgalci Fransız ordusundan oluşan bir seyirci önünde aldı. 1809 Viyana Kuşatması sırasında Beethoven, kardeşi Kaspar’ın evinin mahzenine sığındı ve Napolyon’a olan önceki hayranlığı yerini küçümsemeye bıraktı.
Müziğinin, 1814 ve 1815’te Napolyon’un düşüşünden sonra Avrupa haritasını yeniden çizen Viyana Kongresi’nde belirgin bir şekilde yer alması, Beethoven’ın yükselen statüsünün bir ölçüsüydü. Kongre sadece Yedinci ve Sekizinci Senfonilerin ve Wellington Sieg’in (“Wellington’s Victory”, op. 91) prömiyerlerini değil, aynı zamanda Beethoven’ın bestelediği kantata Der glorreiche Augenblick’i (“Görkemli an”, op. 136) da gördü. 29 Kasım 1814’te Viyana’daki Redoutensaal’da birçok Avrupalı Devlet Başkanının katıldığı büyük bir gala konseri. 1827’de öldüğünde, Beethoven Avrupa çapında kutlandı ve Viyana’daki cenaze alayı binlerce izleyiciyi kendine çekti.
Beethoven’ın mirası
Beethoven’ın mirası, esas olarak müziğinin dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde icra edilmesi, kaydedilmesi ve çalışılmasında yatmaktadır. Müziğine ilişkin algılar son iki yüzyılda durağan değil, farklı zevklere ve sosyal bağlamlara tepki olarak dramatik bir şekilde değişti. Müziğinin zaman içinde çeşitli siyasi ve toplumsal hareketler tarafından sahiplenilmiş olması, Beethoven’ın harekete geçirme ve kışkırtma gücünün bir ölçüsüdür.
Beethoven’ın müziği, Berlioz, Wagner ve Mahler’den Shostakovich, Tippett ve Thea Musgrave’e kadar birbirini izleyen besteci nesilleri üzerinde güçlü bir yaratıcı etki yarattı. Onun mirası aynı zamanda edebiyatta (örn. EM Forster, Anthony Burgess), görsel sanatlarda (örn. Gustav Klimt’in Beethoven Frizi ) ve popüler müzikte ve ayrıca müziğinin popüler kültürde daha genel olarak: filmlerde (örn. A Clockwork Orange , Saturday Night Fever , The King’s Speech ), TV reklamları, çizgi romanlar ve Manga ve video oyunları.
Pek çok bestecinin aksine, Beethoven eskiz malzemelerinin çoğunu korumaya özen gösterdi, çünkü bunlar genellikle bitmiş esere emilmeyen çok miktarda malzeme içeriyorlardı. Beethoven’ın yaklaşık 30 ciltlik eskizleri, tamamlanmış eserlerinin birçoğunun müsveddeleri veya tam notaları ile birlikte dünyanın dört bir yanındaki kütüphanelerde varlığını sürdürmektedir. Bu malzemenin deşifre edilmesi ve analiz edilmesi adeta başlı başına bir bilim dalı haline gelmiş ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlamıştır. British Library, bu fiziksel mirasın önemli bir koleksiyonuna sahiptir ve bunların tümü artık dijitalleştirilmiştir ve Sayısallaştırılmış El Yazmaları portalı aracılığıyla çevrimiçi olarak erişilebilir durumdadır. Kütüphanenin varlıkları ayrıca erken dönem Beethoven baskıları, ikincil literatür ve ses kayıtlarının kapsamlı koleksiyonlarına kadar uzanır.
16 Ekim 1854’te Dublin’de doğan Oscar Wilde, gösterişli ve ışıl ışıl esprili bir Anglo-İrlandalı oyun yazarı, şair ve eleştirmendi. Fransız yazar André Gide’ye “Bütün dehamı hayatıma koyuyorum, kitaplarıma sadece yeteneğimi koyuyorum” dedi.
Wilde hem Trinity College, Dublin’de hem de Magdalen College, Oxford’da parladı. Londra’da, tartışmalı sanat teorisi olan estetizmin ünlü bir savunucusuydu. Bir şiir koleksiyonunu (1881), The Happy Prince and Other Tales (1888) ve onun sanat ve güzellik fikirlerini destekleyen dersler ve makaleler izledi . 1884’te iki oğlu olduğu Constance Lloyd ile evlendi.
Faustian romanı The Picture of Dorian Gray’i 1890’da yayınladı ve çok daha genç olan Lord Alfred Douglas’a aşık oldu. Daha sonra ikili bir hayata başladı: son derece başarılı üç toplum komedisi ile ün ve servet kazanmak, Lady Windermere’s Fan (1892), An Ideal Husband (1895) veCiddi Olmanın Önemi (1895), ama gizlice erkek genelevlerinde vakit geçirmek. Sevgilisi Lord Alfred Douglas’a De Profundis başlıklı uzun bir mektup olan büyük özründe “Tehlike, heyecanın yarısıydı” diye hatırladı.
Şubat 1895’te, Douglas’ın babası, Queensberry Markisi, Wilde’ı ” somdomit ” [sic] olmakla suçladı. Wilde ona iftira davası açtı, kaybetti ve ardından büyük ahlaksızlıktan suçlu bulundu . Çoğu De Profundis’i yazdığı Reading Gaol’da olmak üzere iki yılını hapiste geçirdi ; serbest bırakıldığı ayda The Ballad of Reading Gaol’u besteledi . Her ikisi de ölümünden sonra yayınlandı. İflas etmiş ve toplum tarafından dışlanmış, sağlığı hapis nedeniyle bozulmuş, hayatının geri kalanını Avrupa’da geçirmiştir. 30 Kasım 1900’de 46 yaşında Paris’te öldü.
Oscar Wilde’ın İdeal Bir Koca oyununa giriş
Catherine Angerson, An Ideal Husband’da Oscar Wilde’ın ortaya attığı ciddi soruları uçarı bir sosyete oyunu kisvesi altında araştırıyor.
İdeal Bir Koca (1895), Lady Windermere’in Yelpazesi (1892) ve Önemi Olmayan Bir Kadın’dan (1893) sonra Oscar Wilde’ın sosyete komedilerinin üçüncüsüdür. Bir uçarılık ve esprili değiş tokuş yüzeyinin altında Wilde, siyasi güç ile kişisel ahlak arasındaki ilişkinin ciddi sorusunu araştırıyor. Wilde, başkalarına güldükten sonra, Viktorya dönemi tiyatro seyircilerine kahkahalarını kendilerine çevirmeyi öğretti.
Oyun, 3 Ocak 1895’te Londra’daki Haymarket Tiyatrosu’nda açıldı ve yüzün üzerinde performans sergiledi. İdeal Bir Koca , skandal ve mizah, melodram ve hiciv karışımıyla izleyicileri memnun etti ve memnun etmeye devam ediyor.
An Ideal Husband’da neler oluyor ?
İlk perde, Sir Robert Chiltern’in Londra’daki modaya uygun Grosvenor Meydanı’ndaki evinde bir akşam yemeği partisinde açılıyor. Leydi Markby, beklenmedik bir misafirle, esprili ve hırslı Bayan Cheveley ile gelir. Bayan Cheveley’nin Sir Robert’ın karısı Bayan Chiltern ile okula gittiği ortaya çıktı. Bayan Cheveley, gelecek vaat eden Dışişleri Bakanlığı politikacısı Sir Robert’a şantaj yapmak için Viyana’dan döndü. Sir Robert’ın serveti ve dolayısıyla kariyeri, Süveyş Kanalı Şirketi ile ilgili bir kabine sırrını satmanın mali ödülü üzerine kuruldu. Oyun boyunca Sir Robert, sırrını ve karakterindeki lekeyi karısından saklamak için elinden geleni yapar. Bayan Chiltern, ‘ideal kocasını’ bir kaide üzerine koyar ve Sör Robert, aşkını kaybetmekten korkar. Sör Robert’ın durumundan yararlanmak isteyen Bayan Cheveley, oyunun son perdesinde kendini alt etmeden önce onu birkaç kez alt eder. Wilde, karakterlerin hiçbirinin kusursuz olmadığını gösteriyor; gerçekten de görünüşte kusursuz olan Bayan Chiltern bile, kocasının kabahatini keşfettikten sonra Lord Goring’e uzlaşmacı bir mektup yazarak aptalca bir hata yapar.
Oscar Wilde’ın İdeal Bir Koca kitabının el yazması taslağı
Moda ve modernite
İdeal Bir KocadaWilde, Sir Robert ve Bayan Chiltern’in evliliğini, Sir Robert’ın kız kardeşi Mabel ve arkadaşı Lord Goring arasında artan sevgiyle karşılaştırır. Mabel Chiltern ve Lord Goring arasındaki çapkın ilişki, evli çiftin ilişkisini mahvetme tehdidi oluşturan aynı yüksek ahlaki beklentilere sahip değildir. Lord Goring, kusursuz bir zevkle giyinir, ancak yararlı bir mesleği yoktur, bu da babasını hayal kırıklığına uğratır. O ‘kusursuz bir züppe’. Lord Caversham, oğlunun “böyle boş bir hayat sürdüğünden” şikayet ettiğinde, Mabel hemen Lord Goring’i savunmaya geçer: “Böyle bir şeyi nasıl söylersin? Neden, sabah saat onda Row’a biniyor, haftada üç kez Opera’ya gidiyor, günde en az beş kez kıyafetlerini değiştiriyor ve mevsimin her gecesi dışarıda yemek yiyor’. Mabel ve Lord Goring’in karakterleri belki de Wilde’ın kendisine en yakın olanlardır. Wilde çöküşü kucakladı, estetik ilkelere göre giyinmiş ve başkalarının taklit ettiği bir yaşam tarzını desteklemiştir.
İngiliz Kütüphanesi, 1832 tarihli Halkın Temsili Yasası uyarınca ilk üretildikleri zamandan günümüze kadar basılı seçmen kütüklerinin ulusal koleksiyonuna sahiptir.
koleksiyon hakkında
Seçmen kütükleri, kütüğün ömrü boyunca (genellikle bir yıl) oy kullanma hakkına sahip kişilerin isimlerinin listeleridir. Kütüphanenin koleksiyonu, 1947’den itibaren İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda için tamamlandı, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan önce düzensiz. Kayıtlar, 1. Dünya Savaşı’nın (1916–1917) veya 2. Dünya Savaşı’nın (1940–1944) son yıllarında yayınlanmadı. ).
Yeni düzenlemelerin bir sonucu olarak, 2003 yılından bu yana seçmen kütüğünün iki versiyonu üretilmiştir:
kütüğün tam sürümü tüm seçmenlerin adlarını içerir ve öncelikle seçim sürecini desteklemek için kullanılır. Halkın erişimi sıkı bir şekilde kontrol edilir ve veriler yalnızca araştırma amacıyla kullanılabilir.
Düzenlenmiş sicil olarak da bilinen açık sicil , doğrudan pazarlama, reklam vb. amaçlarla ticari kullanım için satılmaktadır. Mahremiyetlerini korumak için vazgeçme hakkını kullanan seçmenlerin adlarını içermez.
British Library, yalnızca kaydın tam sürümünü tutar.
Findmypast ve British Library , Kütüphane koleksiyonlarında tutulan 1832-1932 dönemine ait tarihi kayıtları dijital ortama aktarmak için birlikte çalıştı . Kütüphanenin okuma salonlarına erişim ücretsizdir; aksi takdirde tam erişim yalnızca aboneler tarafından kullanılabilir. Seçmen kütüklerimiz ve bunların aile tarihi için kullanımıyla ilgili bir web semineri daha fazla ayrıntı sağlar.
Çeşitli ticari izleme hizmetleri, düzenlenmiş veya açık seçmen kütüğünün elektronik sürümlerine erişim sağlar. Yaşayan insanları izleme kılavuzumuzda (PDF formatı) bir seçim listelenmiştir . Bunlar ücretli hizmetlerdir ve ücretler değişiklik gösterir. British Library, harici web sitelerinin içeriğinden sorumlu değildir.
Okuma Odalarımızda neler var?
Seçmen kütükleri okuma odasında raflara konulmaz ve halka açık olmayan kapalı defter yığınlarında tutulur. Yirmi yıldan daha eski kayıtların basılı kopyaları Yorkshire’daki Boston Spa tesisimizde saklanır ve en az 48 saat önceden sipariş edilmelidir. Daha yeni kayıtlar St Pancras’taki bodrum kat mağazalarından birindedir ve 70 dakika içinde teslim edilmelidir. İngiltere 1832-1938 için tuttuğumuz tarihi kayıtları mikrofilme aldık (koleksiyon eksik). Filmler ayrıca bir St Pancras bodrum katında tutulur ve sipariş verdikten yaklaşık 70 dakika sonra teslim edilmelidir. Aynı gün teslimat için verilen siparişler saat 16:00’da sona ermektedir.
Kayıtlar sadece Sosyal Bilimler okuma odasına teslim edilebilir; başka bir yere danışılamazlar.
Bir seçmen kütüğünün, yayınlanmasından 10 yıl sonrasına kadar fotoğrafı veya fotokopisi çekilemez. Bu kısıtlama, Kişilerin Temsili ve Kişisel Verilerin Korunması mevzuatına uygundur.
Seçmen Kütükleri ve Kullanımları (PDF dosyası), ihtiyacınız olan kütükleri nasıl belirleyeceğiniz, elimizde neleri tuttuğumuz ve ihtiyacınız olan bizde yoksa başka nereleri deneyebileceğiniz hakkında ayrıntılı bilgi sağlar.
Bu dizin, seçim bölgelerini alfabetik olarak listeler, Kütüphane’nin her biri için sicil kayıtlarını ve raf işaretini verir ve aynı zamanda, her ikisi de zaman içinde değiştiği için, seçim hakkı ve seçmen kaydı hakkında zengin bilgiler sağlayan tarihsel bir giriş sunar. Seçim bölgesi sınır revizyonlarını yansıtacak şekilde sürekli olarak güncellenir.
Jane Austen’in komedi, romantizm , nükte ve hiciv açısından zengin olan altı romanı aynı zamanda onun Hampshire, Bath ve Dorset’teki sosyal ve coğrafi ortamının keskin yansımalarıdır.
Bir Hampshire rahibinin kızı olan Austen, 16 Aralık 1775’te Steventon Parsonage’de doğdu. Sekiz çocuğun yedincisi, mutlu ve birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ailede büyüdü ve erkek kardeşlerinin (iki din adamı, iki amiral) kariyerleri ve aileleri ve varlıklı ilişkiler tarafından benimsenen biri) hikayelerini anlatıyor.
Yazmaya genç yaşta başladı ve gençliğinde dramatik eskizler , parodiler ve şiirler yer alıyor. Arkadaşları ve ailesi yazılarını dolaştırdı ve yayıncıları etkiledi, ancak Sense and Sensibility’nin (1811) baskıya girmesi on yıldan fazla zaman aldı ve kısa süre sonra onu takip etti.”Benim sevgili çocuğum” dediği Gurur ve Önyargı (1813). Sir Walter Scott günlüğünde, onun “mükemmel dokunuşunu” kendi “Vay canına” yaklaşımıyla karşılaştırdı ve “sıradan şeyleri ve karakterleri ve duygunun gerçeğinden ilginç hale getirme” şeklini övdü.
Akıl ve Duyarlılık ile Gurur ve Önyargı kız kardeşler etrafında dönüyor ve Austen’in tek kız kardeşi Cassandra ile olan sevgi dolu ittifakı tüm hayatı boyunca sürdü. Hem Jane hem de Cassandra’nın aşkları vardı, ancak Austen’in kadın kahramanları gibi evlilik uğruna evlenmeyi reddettiler. 1805’te babalarının ölümünden sonra annelerine destek olarak bekar kaldılar.
1809’da Austen, annesi ve kız kardeşiyle birlikte sakin bir Hampshire köyü olan Chawton’a taşındı. Orada, zengin kardeşi Edward tarafından kendilerine verilen bir evde, Austen en mutlu yıllarını geçirdi. Altı romanı da bitmiş haliyle bu döneme aittir. Mansfield Park 1814’te ve Austen’in yarı şakayla “benim dışımda kimsenin pek hoşlanmayacağını” tahmin ettiği kahramanı Emma ile 1815’te yayımlandı.
Austen, 18 Temmuz 1817’de sadece 41 yaşında öldü.Persuasion ve Gotik yergisi Northanger Abbey aynı yıl içinde yayınlanacak.
Jane Austen’in hayatı hakkında daha fazla bilgi Oxford Ulusal Biyografi Sözlüğü’nde bulunabilir .
Walter Scott, The Journal of Sir Walter Scott , Mart 1826.
Genellikle, tüm insanlığı temsil eden sıradan, kusurlu bir insan olan ana karakterden sonra Everyman olarak adlandırılır. Ölüme doğru çıktığı yolculukta kurtuluşa ulaşmak için mücadele eder.
Ahlak oyunu nedir?
Ahlak oyunları 15. ve 16. yüzyıl Avrupa’sında popülerdi. Hristiyan öğretileriyle desteklenen ahlaki bir mesajı öğretmek için alegorik hikayeler kullandılar. Karakterler, ‘insanlık’ figürünün ruhunu kazanmak için bir savaşa giren iyilik ve kötülüğün, erdem ve ahlaksızlığın soyut niteliklerini kişileştiriyordu. Temsili insan, dünyevi zevklerin ve günahın cazibesine kapıldıktan sonra tövbe etti ve cennete gitmek için tam zamanında kurtuldu.
Everyman’da ne olur ?
Çarpıcı başlık sayfasında gösterildiği gibi oyun, Everyman’ın son yargıdan önce Ölüm ile karşılaşmasını dramatize ediyor. Tanrı, Everyman’ın zihniyle ‘bedensel şehvet’ üzerinde yürüdüğünü görür ve iyi ve kötü işlerin bir çetelesi olarak hayatının hesabını sorması için Ölüm’ü gönderir (A2r – A3r). Everyman, “Kardeşlik” ve maddi “Mallar” gibi diğer alegorik karakterlerin yolculuğunda kendisine katılmasını sağlamaya çalışır, ancak bunların kendisine yardımcı olmadığını anlamak zorunda kalır.
Nihayetinde Bilgi onu bir İtiraf etmeye yönlendirir ve o affedilir. Ama öldüğünde, Everyman’a yalnızca Cennete gitmesine yardımcı olacak İyi İşleri kalır (D3v–D4r).
Ahlak oyunları ve Christopher Marlowe
Pek çok eleştirmen, oyun yazarı Christopher Marlowe’un eserlerinde ahlak oyunu geleneğini uyarladığını ve alt üst ettiğini belirtti. Doktor Faustus ve Edward II’de , her iki kahraman da, Everyman gibi , dünyevi arzularla iyi işlerden uzaklaşır. Tekrar tekrar reform yapmaya çalışırlar ve iyi ve kötü danışmanlar arasında kalmış gibi görünürler.
Ancak, ahlaklı oyun yapısından radikal bir uzaklaşma ile ikisi de kurtuluşa ermeden ölür. Faustus, Şeytan’la yaptığı pazarlığı sürdürür ve lanetlenmeye doğru ilerlerken, II. Edward öldürülür. Ahlak oyunlarındaki temsili “tipler”den farklı olarak, hem Faustus hem de II. Edward’ın istisnai bireyler olduğu iddia edilebilir.
Şimdi, epik şiir Kayıp Cennet’i yazmasıyla ünlü olan John Milton’ın yazarlık kariyeri uzun ve çeşitliydi, ancak belirli temaların onu sürekli olarak meşgul ettiği görülebilir. Hayatını, Kilise ve devlet tarafından farklı yönetişim biçimleri bağlamında kişisel, siyasi ve dini özgürlük fikirleriyle boğuşarak geçirdi.
Hayatın erken dönemi ve eğitim
Milton, 1608’de Londra’da doğdu ve St Paul’s School’da, ardından Cambridge Üniversitesi’nde eğitim gördü. En az on dil biliyordu ve edebiyat, tarih, teoloji, felsefe ve doğa bilimlerinde çok iyi okunuyordu. Kapsamlı okumaları üzerine notlar aldığı Milton’s Commonplace Book şu anda British Library’de tutulmaktadır.
Siyaset ve din
Milton, Kraliyetçiler ve Cumhuriyetçiler arasındaki İngiliz İç Savaşları öncesi, sırası ve sonrasındaki dönemi kapsayan yaşamı boyunca, yalnızca ünlü bir şair değil, aynı zamanda politik ve dini bir tartışmacıydı. Çok sayıda polemik çalışmasının yazarıydı (çoğu uluslararası bir izleyici kitlesine yönelikti) ve İngiliz din adamları arasındaki yolsuzluğun ortadan kaldırılmasını savundu ( Of Reformation , diğerlerinin yanı sıra 1641-42’de yayınlandı); basın özgürlüğü ( Areopagitica , 1644); karşılıklı geçimsizlik gerekçesiyle boşanma izni (aynı konudaki en ünlü eseri The Doctrine and Discipline of Divorce , 1643); ve I. Charles’ın infazının gerekliliği (bkz ., 1649). Bu sözde ‘cinayet risalelerini’ yazdığı için Milton, 1660’ta monarşi yeniden kurulduktan sonra tutuklanma ve hatta idam edilme tehdidi altında yaşadı.
Şiir ve Kayıp Cennet
Milton ilk şiir cildi olan Bay John Milton’ın Şiirleri, Hem İngilizce hem de Latince’yi 1645’te yayınladı ve genç yaşlarından itibaren bazı besteler içeriyordu. 1654’te tamamen kör olmuştu (“Işığımın Nasıl Harcandığını Düşündüğümde” sonesine bakın) ve bu nedenle yazılarını kendi kızları da dahil olmak üzere katiplere dikte etmek zorunda kaldı. İlk olarak 1667’de on kitap halinde yayınlanan Kayıp Cennet’in
yanı sıra , Milton’ın yazarlık hayatının bu sonraki dönemi, Samson Agonistes (Samson ve Delilah’ın Eski Ahit hikayesini anlatan) ve Paradise Regain’d adlı dramayı bestelemekle geçti .(Çölde Şeytan tarafından Mesih’in ayartılmasına ilişkin Yeni Ahit hikayesi). Bu iki eser 1671’de birlikte yayınlandı, ardından ilk Şiirleri’nin ikinci baskısı (1673) ve Kayıp Cennet’in ikinci 12 kitaplık baskısı (1674) geldi.
İtibar
Milton’ın itibarı, ölümünden bu yana geçen yüzyıllarda yalnızca arttı ve o, farklı zamanlarda farklı okuyucular için farklı şeyleri temsil etti. Örneğin, birçok Romantik şair onu – ve özellikle de Şeytanını – devrimci özgürlüğün bir figürü olarak gördü ve Viktorya dönemi okuyucuları onun teolojisinin karmaşıklığıyla yeni ilgilenmeye başladılar. 20. yüzyılın başındaki bazı modernist şairler için Milton, edebi soyundan gelenler üzerinde engelleyici bir etki yaratan ‘zalim’ bir şairdi. 21. yüzyılda, İngiliz edebiyatı tarihinin en büyük yazarı olarak Shakespeare’in en yakın rakibi olarak kabul edilir.
Gonzago’nun Cinayeti’nden Hamlet’in delilik iddiasına kadar, Hamlet oyunculuk ve aldatmaya takıntılı bir yapıttır. Gillian Woods, oyunun performans ve gerçeklik arasındaki ayrımları nasıl sarstığını ve böylece tiyatronun mekanizmalarını nasıl ortaya çıkardığını araştırıyor.
Hem karakter hem de içinde yer aldığı oyun olan Hamlet, performansla derinden ilgilenir. Hamlet daha ilk sahnesinde performans ve gerçeklik arasındaki sınırları denetler. Endişeli annesi, kederinin neden onunla “çok özel” göründüğünü sorduğunda (1.2.75), Hamlet onun ana fikrini görmezden geliyor (neden diğer yaslı oğullardan daha yoğun yas tutuyor?) ve “görünüşen” fikrini kapıyor.
‘:Görünüşe göre hanımefendi? hayır, öyle, biliyorum ‘görünmüyor’.
“Yalnızca mürekkepli pelerinim [iyi] anneciğim,
Ne ağırbaşlı siyah takım elbisem, Ne zoraki nefesin rüzgarlı nefesi, Hayır, ne gözdeki bereketli ırmak, Ne de
yüzün hüzünlü tavrı, Hepsiyle birlikte. kederin biçimleri, ruh halleri, [şekilleri], Bu beni gerçekten [gösterebilir]. Bunlar gerçekten görünüyor, Çünkü bunlar bir adamın oynayabileceği eylemler, Ama bende geçenlerin gösterdiği şeyler var, Bunlar sadece süs eşyaları ve keder kıyafetleri.’ (1.2.76–86)
Hamlet’e göre dışa dönük duygu gösterileri güvenilmezdir, çünkü bir kişi onları “oynayabilir” veya taklit edebilir. Aslında, kendi içten üzüntü gösterileri bile, onları taklit etmek kolay olacağı için tehlikeye atılır. Bu nedenle, Hamlet’in yas kıyafetleri, iç çekişleri ve gözyaşları kederini ifade ediyormuş gibi görünse de, Hamlet bunların önemli olmadığı konusunda ısrar ediyor: İçsel duyguları onun gerçek anlamı. “Gösteri” ile “gerçeklik”, “performans” ile “gerçeklik” arasındaki bu ilişki oyun boyunca Hamlet’i meşgul eder. Hamlet, amcasının babasını öldürdüğünü öğrendiğinde, bu haberi aldatıcı görünüşler konusunda bir ders olarak yorumlar: “Karşıla, ben yazdım / Kişi gülümseyebilir, gülümseyebilir ve kötü adam olabilir!” (1.5.107–08). Bununla birlikte, trajedi, oyunculuk ve özgünlük arasındaki herhangi bir kolay ahlaki ayrımı karmaşıklaştırır. Hamlet’in kendisi, “Görünüşe” karşı huysuz patlamasına rağmen, insani performans dürtüsünden kaçamıyor. İntikam planından dikkati başka yöne çekmek için başarılı bir şekilde ‘antik bir eğilim’ (1.5.172) benimsemekle kalmıyor, aynı zamanda bitmek bilmeyen kendi kendine konuşması, ‘içinden geçen şey’ üzerine derin derin düşünürken bile onu daha teatral kılıyor. Hamlet tam da yasının gerçek ve içsel olduğunda ısrar ettiği anda, kasten herkesin görmesi için kederini sergiliyor gibi görünüyor. Bu trajedide Shakespeare, performansın var olduğu ve gerçekliği şekillendirdiği yolları keşfediyor. “içinden geçen şey kendini gösterir” üzerine meditasyon yaparken bile. Hamlet tam da yasının gerçek ve içsel olduğunda ısrar ettiği anda, kasten herkesin görmesi için kederini sergiliyor gibi görünüyor. Bu trajedide Shakespeare, performansın var olduğu ve gerçekliği şekillendirdiği yolları keşfediyor. “içinden geçen şey kendini gösterir” üzerine meditasyon yaparken bile. Hamlet tam da yasının gerçek ve içsel olduğunda ısrar ettiği anda, kasten herkesin görmesi için kederini sergiliyor gibi görünüyor. Bu trajedide Shakespeare, performansın var olduğu ve gerçekliği şekillendirdiği yolları keşfediyor.
Tiyatro aracılığıyla ne tür gerçekler anlatılabilir?
Hamlet’in seyahat eden oyuncuları canlandırmaları için görevlendirdiği oyun, onun performans takıntısına özellikle teatral bir odak noktası verir. 1601’de Globe’da sahnelendi, Hamlet ilk olarak profesyonel tiyatronun nispeten yeni bir araç olduğu bir zamanda üretildi (ilk oyun evi 1567’de açıldı). Yazarları formun teknik olanaklarını ve etik sonuçlarını keşfettikçe, Rönesans oyunları kendi teatrallikleri konusunda özellikle bilinçlidir. Elsinore’da sahnelenen oyun, Globe’daki izleyicilere izlemek için para ödedikleri eğlencenin doğası üzerine düşünme fırsatı verdi. Tiyatro aracılığıyla ne tür gerçekler anlatılabilir? Oyunların izleyenler üzerinde nasıl bir etkisi var? Bunlar ahlakçıların ve oyun yazarlarının durmaksızın tartıştığı sorulardı.
Tiyatro eğlencesi Londra ile sınırlı değildi. Danimarka Mahkemesinde görülen gezici aktörler, erken modern uygulamayı yansıtıyor. Shakespeare’in şirketi Lord Chamberlain’s Men gibi profesyonel oyuncular sık sık ülke çapındaki mekanları gezerek okullarda, üniversitelerde, kır evlerinde, belediye binalarında ve meyhanelerde performans sergilediler. [1] Bazıları daha da uzağa gitmeye cesaret etti. Franz Hartmann (1597-1617) tarafından derlenen bir Alman albümü amicorum veya dostluk albümü (bir imza kitabı ile bir not defteri arasında bir Rönesans karışımı), muhtemelen İngiliz oyuncuları Frankfurt fuarında performans sergilemeye giderken tasvir eden bir suluboya resim içerir. [2] Resim, Hamlet’te oyuncuların girişine eşlik eden heyecanın bir kısmını yakalıyor.. Parlak kostümlü ve özelliklerini tüm görünümüyle taşıyan resimli oyuncular, bir sonraki performansları için seyahat eden ve onun için beklenti yaratan at sırtında bir gösteri. Benzer şekilde, bir trompet ” gelişme ” (2.2.368) oyuncuların Elsinore’a gelişini müjdeler; girişleri gösterişli bir şekilde giyinmiş.
Hamlet’in oyuncuları coşkulu karşılaması, “görünüş”ten hoşlanmamasına rağmen, onun tiyatroya olan sevgisini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, başrol oyuncusunun Truva’nın yok edilmesiyle ilgili doğaçlama bir konuşma yapmasını duymakta ısrar ettikten sonra, performans onu sersemletiyor:
Buradaki oyuncunun,
Ama bir kurmacada, bir tutku rüyasında,
Ruhunu kendi kibrine o kadar zorlaması canavarca değil mi ki,
tüm çehresi onu çalışmaktan istiyordu…
Hecuba onun için nedir, yoksa o [Hecuba için mi? ],
onun için ağlamalı mı?
Sahip olduğum tutkunun nedeni ve [işareti] olsaydı o ne yapardı
? Sahneyi gözyaşlarına boğardı,
Korkunç
sözlerle herkesin kulağını deler, Suçluyu çıldırtır, özgürü dehşete düşürürdü. (2.2.551–64)
Hamlet, oyunculuk ile özgünlük arasında algıladığı ‘canavarca’ ilişkiden bir kez daha acı çekiyor. Oyuncu kederliymiş gibi davranarak iyi bir iş çıkarmış değil, daha ziyade rol yapma eylemi gerçek bir şeyi içeriyor: aktör, ‘ruhunu’ kurgusal role zorlayarak gerçek gözyaşları döküyor. Ve bu duygu taşkınlığı bir şekilde Hamlet’in babasının öldürülmesine verdiği tepkiden daha gerçekçi, ya da en azından öyle korkuyor. Daha önce “bir erkeğin oynayabileceği eylemlerden” kaçınan Hamlet, şimdi oyunculuğun ardından gelebilecek gerçek eylemlerin hayalini kuruyor: Oyuncu, Hamlet’in deneyimlerine sahip olsaydı, performans becerileri onun saray yolsuzluğunu ifşa etmesini nasıl sağlardı?
Bu mantık, Hamlet’in “Kralın vicdanını yakalamak” için bir oyun sahneleme stratejisini açıklar (2.2.605). Hayaletin öldürücü hikayesinin doğruluğundan hâlâ emin olmayan Hamlet, gerçeği bulmak için tiyatroya ve onun tüm ustalıklı entrikalarına döner:
Bir oyunda oturan suçlu yaratıkların
, sahnenin kurnazlığıyla
ruhu öyle okşadıklarını duydum ki, şimdi kötülüklerini ilan
ettiler. (2.2.588–92)
Tiyatro gösterileri sadece bir numara olabilir, ancak onları izleyenler üzerinde gerçek bir etki yaratırlar. Ve suçun trajik performansının suçlu seyircileri suçlarını kabul etmeye zorlayabileceğine inanan tek kişi Hamlet değildi. Shakespeare’in şirketi tarafından Hamlet’ten sadece birkaç yıl önce üretilen A Warning for Faire Women (1599), benzer bir anekdot içerir:
Kocasını kaçıran bir kadın, Ve Norffolke’de bir kasaba olan Linne’de
bir trajediyi seyretmek için oturmuş , O şekilde acı çeken Oyuncuların oynadığı, Kocasının hayaletinin euer musallat olduğu bir kadın: Bir duygu tarafından yazılan tutku Kalem, Ve iyi bir Trajedi tarafından oynandı, Görünce o kadar ağladı ki, Bağırırken , Oyunu kendisi yaptı, Ve açıkça kocasının cinayetini itiraf etti. (işaret H2r)
Bu hikayede, itirafı kışkırtan sadece oyunun olay örgüsünün katil seyircinin suçunu yansıtması değil, aynı zamanda yazma ve oyunculuk becerisidir. Gerçeği bulmak için hile şarttır. Tiyatro ve gerçeklik arasındaki ilişki bu anlatımda kesinlikle kaygandır. Faire Kadınları İçin Bir Uyarıkendisi, Usta George Sanders’ın gerçek hayattaki cinayeti hakkında kurgulanmış bir oyundur. Norfolk performansının öyküsü, gerçeklik ve teatralliği daha da fazla birbirine bağlar: ‘gerçek’ bir örnek olsun ya da olmasın, suçlu izleyici performansı o kadar gerçek olarak görür ki, sanki taklit ediyormuş gibi hisseder (“yapılmıştır”). onun tarafından. Bu tür anekdotlar, oyunların yalnızca kötü davranışları sahneleyerek ahlaksızlığı teşvik etmekle kalmayıp aynı zamanda yanılsama yoluyla çalıştıkları için temelde hileli olduklarını iddia eden tiyatro karşıtlarının suçlamalarına karşı çıkarak tiyatronun ahlaki açıdan değerli olduğunu savunur. Hamlet’in suçunun işlenirken amcasının ‘görünüşünü’ ‘gözlemlemeyi’ planladığı The Murder of Gonzago’yu adli tıpta kullanması, tiyatronun izleyicileri üzerinde gerçek ve doğru bir etkiye sahip olduğunu varsayar.
Oyunun yansıtma doğası
Claudius’un Hamlet’i öldürdüğünü asla görmeyiz; trajedinin odaklandığı suçu asla görmeyiz. Bunun yerine, tanık olduğumuz cinayet – eylemin tam ortasında – gösterişli bir şekilde teatral. Oyun içinde oyun yapısı, bizi şeylerin kesin hakikatinden sinir bozucu bir mesafede tutuyor. Aynı zamanda trajedinin ayna niteliğindeki bir parçası, deneyimlerin sürekli çoğaldığı bir drama. Bir değil dört yaslı çocukla (Hamlet, Fortinbras, Ophelia, Laertes), iki intihara meyilli yaslıyla (Hamlet, Ophelia), iki intikamcıyla (Hamlet, Laertes) ve hatta iki Hamletle (yaşlı kralın hayaleti belirir) tanışıyoruz. oğlundan önceki sahne). Bu son derece bireysel kahraman, bir dizi benzerliğe karışmıştır. Trajediyi yorumlamak, zorunlu olarak benzerlik kalıplarını ayıklamayı içerir; Bir durumun veya bir kişinin gerçeğini anlamak, doğrudan değil, karşılaştırmalı bir süreçtir. Aslında, ek oyun aynı zamanda iki biçimlidir: zehirlenen bir kralı ve ölen kocasından zehirleyiciye sevgi değiştiren bir kraliçeyi taklit eden bir aptal gösterisiyle başlar; ve ardından kraliçenin kararsızlığını ve zehirleyicinin kafiyeli diyalogdaki ihanetini vurgulayan uygun bir oyun izler. Claudius aptal gösterinin dikenli içeriğini görmezden geldikçe gerilim artıyor (bazı yapımlarda dikkatini vermiyor). Ancak oyunun kendisi onu dehşete düşürür. Zehir kötü niyetli bir şekilde tarif edilip uyuyan kralın kulağına döküldüğünde, Claudius aniden prodüksiyonu durdurur: “Oyunu bırakın … Işıklar!” ışıklar! ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ek oyun aynı zamanda iki biçimlidir: zehirlenen bir kralı ve ölen kocasından zehirleyiciye sevgi değiştiren bir kraliçeyi taklit eden bir aptal gösterisiyle başlar; ve ardından kraliçenin kararsızlığını ve zehirleyicinin kafiyeli diyalogdaki ihanetini vurgulayan uygun bir oyun izler. Claudius aptal gösterinin dikenli içeriğini görmezden geldikçe gerilim artıyor (bazı yapımlarda dikkatini vermiyor). Ancak oyunun kendisi onu dehşete düşürür. Zehir kötü niyetli bir şekilde tarif edilip uyuyan kralın kulağına döküldüğünde, Claudius aniden prodüksiyonu durdurur: “Oyunu bırakın … Işıklar!” ışıklar! ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ek oyun aynı zamanda iki biçimlidir: zehirlenen bir kralı ve ölen kocasından zehirleyiciye sevgi değiştiren bir kraliçeyi taklit eden bir aptal gösterisiyle başlar; ve ardından kraliçenin kararsızlığını ve zehirleyicinin kafiyeli diyalogdaki ihanetini vurgulayan uygun bir oyun izler. Claudius aptal gösterinin dikenli içeriğini görmezden geldikçe gerilim artıyor (bazı yapımlarda dikkatini vermiyor). Ancak oyunun kendisi onu dehşete düşürür. Zehir kötü niyetli bir şekilde tarif edilip uyuyan kralın kulağına döküldüğünde, Claudius aniden prodüksiyonu durdurur: “Oyunu bırakın … Işıklar!” ışıklar! ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ve ardından kraliçenin kararsızlığını ve zehirleyicinin kafiyeli diyalogdaki ihanetini vurgulayan uygun bir oyun izler. Claudius aptal gösterinin dikenli içeriğini görmezden geldikçe gerilim artıyor (bazı yapımlarda dikkatini vermiyor). Ancak oyunun kendisi onu dehşete düşürür. Zehir kötü niyetli bir şekilde tarif edilip uyuyan kralın kulağına döküldüğünde, Claudius aniden prodüksiyonu durdurur: “Oyunu bırakın … Işıklar!” ışıklar! ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ve ardından kraliçenin kararsızlığını ve zehirleyicinin kafiyeli diyalogdaki ihanetini vurgulayan uygun bir oyun izler. Claudius aptal gösterinin dikenli içeriğini görmezden geldikçe gerilim artıyor (bazı yapımlarda dikkatini vermiyor). Ancak oyunun kendisi onu dehşete düşürür. Zehir kötü niyetli bir şekilde tarif edilip uyuyan kralın kulağına döküldüğünde, Claudius aniden prodüksiyonu durdurur: “Oyunu bırakın … Işıklar!” ışıklar! ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibi ışıklar!’ (3.2.268–70). De olduğu gibiFaire Kadınlar İçin Bir Uyarı , suç performansı, suçlu bir izleyici için katlanamayacak kadar fazladır. Hamlet artık “hayaletin sözünü dinleyebildiği” için çok mutludur (3.2.286). Ve yine de Claudius, Norfolk’un karısının aksine performansı durdururken, kamuya açık bir itirafta bulunmaz. Oyun yorumlama ihtiyacını ortadan kaldırmaz.
Performans ve gerçeklik
Ayrıca, Gonzago CinayetiHamlet tarafından uyarlanan ve kısmen yönetilen film, prens ve amcasının özelliklerini zehirleyici karakterinde ilginç bir şekilde birleştiriyor. Hamlet’in bu figürü kurban kralın bir erkek kardeşi değil, bir ‘yeğeni’ (3.2.244) olarak tanımlaması anlamlıdır. Bu şekilde oyun, intikamın etik sorunlarından birine işaret eder: intikam alan, sonunda cezalandırmaya çalıştığı suçlu gibi olur. Bu oyun içinde oyun, Hamlet’in yalnızca Claudius’un suçluluğunu yargılamasına yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda kendi intikamını almak için bir teşvik görevi de görür: Hamlet’e babasına işlenen cinayeti ve amcasına işlenebilecek cinayeti gösterir. Oyun Claudius’un vicdanını ahlaki olarak harekete geçirdiği ve Hamlet’i ahlaksız bir şekilde öldürmeye teşvik ettiği için (her iki durumda da kusurlu olsa da), tiyatroya yönelik savunmalar ve saldırılar burada birleştirilmiştir. Hamlet oyuna ‘görünen’ görünüşleri reddederek başlamış olabilir. ama durumunu anlama ve onunla başa çıkma biçimi, anlamlı bir şekilde teatral. Performans, gerçekliğin bir parçasıdır.
William Shakespeare, İngiliz dilinin en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilir. 23 Nisan 1564’te Stratford-upon-Avon’da, müreffeh bir eldiven ve yerel ileri gelen John Shakespeare’in en büyük oğlu ve zengin bir çiftçinin kızı Mary Arden’de doğdu. William’ın eğitimiyle ilgili hiçbir kayıt yok , ancak muhtemelen King’s New School’a gitti – Latince, Yunanca, teoloji ve retorik öğrenebileceği saygın bir Stratford dilbilgisi okulu – ve Katolik olarak yetiştirilmiş olabilir . 1560’larda ve 70’lerde Stratford’u gezen gezici tiyatro gruplarının oyunlarını da görmüş olabilir . William, 18 yaşında Anne Hathaway ile evlendi ve çiftin sonraki birkaç yıl içinde üç çocuğu oldu.
Shakespeare’in ‘kayıp yılları’ nelerdir?
Shakespeare’in Stratford’daki gençliğinin son belgesel kaydı olan 1587 ile Londra’da adının ilk kez anıldığı 1592 arasında ne yaptığını kimse bilmiyor. Bu “kayıp yıllar” hakkında pek çok spekülasyon var, bunlara Shakespeare’in geyik çalmaktan Warwickshire’dan sürüldüğü ve Londra’daki oyun evlerinde tiyatro seyircileri için at besleyerek çalıştığına dair hikayeler de dahil.
Eylül 1592’den Haziran 1594’e kadar olan dönemin büyük bölümünde, Londra oyun evleri veba nedeniyle kapatıldı . Shakespeare bu süre zarfında iki destansı şiir yayınladı: Venüs ve Adonis ve Lucrece’in Tecavüzü .
Shakespeare’in başarısı 1590’larda arttı. Kraliçe Elizabeth’in önünde birçok kez performans sergileyen Lord Chamberlain’s Men’e katıldı ve hissedarı oldu ve daha fazla oyun yazmanın yanı sıra, birkaç şiir yayınladı ve sone dizisini el yazması olarak dağıttı. Başarıları, 1597’de Stratford’daki en büyük ikinci ev olan New Place’i satın almasını sağladı. Ancak bu başarı trajediyle lekelenmedi: 1596’da 11 yaşındaki oğlu Hamnet öldü.
Shakespeare’in oyunları nerede oynandı?
1599’da, Shakespeare’in şirketi Lord Chamberlain’in Adamları, yeni inşa edilen Globe’a yerleşti . julius Sezarorada oynanan ilk oyunlardan biriydi. Globe’daki performanslar, oyuncuların sahada performans sergilediği Noel civarında aralarla üç sezona bölündü; Lent, oynarken aralıklıydı; ve oyuncuların şehrin enfeksiyon ve istilasından kaçarak illeri gezdiği yaz.
Shakespeare’in oyunları, muhtemelen trajedisi Titus Andronicus ile 1594’te basılmaya başlandı . Bu, basılma şeklinden dolayı quarto adı verilen küçük, ucuz bir broşür olarak ortaya çıktı. Shakespeare’in 18 oyunu 1616’da öldüğünde quarto baskılarda yer almıştı . Diğer üç oyun 1642’den önce quarto’da basılmıştı.
Shakespeare’in elindeki yalnızca bir edebi el yazması parçası hayatta kaldığı için , onun gerçekten yazdıklarına ilişkin tek kaynağımız en eski basılı baskılardır . Quarto baskıları, Shakespeare’in zamanına en yakın metinlerdir. Bazılarının ya çalışma taslaklarını (faul kağıtları) ya da adil kopyalarını koruduğu düşünülmektedir. Diğerlerinin, oyunları oynayan aktörler tarafından hatırlanan versiyonları kaydettiği ve Shakespeare’in zamanındaki sahneleme uygulamaları hakkında bilgi verdiği düşünülüyor.
Shakespeare ne zaman öldü?
1613’te Küre yandı ve aynı yıl Shakespeare, Londra tiyatro dünyasından emekli oldu ve Stratford’a döndü. 23 Nisan 1616’da öldü ve 52 yıl önce vaftiz edildiği Holy Trinity Kilisesi’ne gömüldü.
İlk Folyo nedir?
Shakespeare’in oyunlarının ilk toplu baskısı olan First Folio , oyun yazarının ölümünden yedi yıl sonra 1623’te derlendi ve yayınlandı. İlk Folio’daki 36 oyundan 18’i henüz basılmamıştı. Birinci Folio’yu bu kadar önemli kılan da bu gerçek; Onikinci Gece de dahil olmak üzere Shakespeare’in birçok oyunu onsuz, Measure for Measure , Macbeth , Julius Caesar ve Fırtına asla hayatta kalamayabilirdi.
Metin, Shakespeare’in iki aktör arkadaşı ve arkadaşı John Heminge ve Henry Condell tarafından derlendi. Oyunları komediler, trajediler ve tarihler olarak ayırdılar; bu, Shakespeare kanonu fikrimizi şekillendiren bir editoryal karardı.
Nayman Krallığını ortadan kaldıran, Tatarları, Merkitleri, Taicutları, Kerayitleri ve Kırgızları da kendine tabi kılan Cengiz Han, Moğolistan’ın tamamına hakim olmuş ve büyük bir Moğol İmparatorluğu kurmuştu.
1206 yılında kendine bağlanmış olan bütün kabileleri bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Cengiz Han Kurultayda “Cengiz Yasası” adı verilen yasasını da açıklayarak; Zina yapanın kim olduğuna bakılmadan idam edileceğini, Livata yani erkek erkeğe ilişkiye girenin idam edileceğini, Kur’an-ı Kerim okuyan Müslümanlardan, hukuk adamlarından, hekimlerden, alimlerden ve kendilerini ibadet ve riyazete verenlerden vergi alınmayacağını, Bütün dinlere saygı duyulacağını, hiç bir din arasında ayrım yapılmayacağını, kötü ve ahlak dışı sözler kullanmanın yasaklandığını, her yılın başında bekar kızların Cengiz Han’a takdim edilmesini, adam öldürenin aynı şekilde idam edilmesini, yasaların uygulanması için oğlu Çağatay’ı görevlendirdiğini herkese duyurdu. Bu yasalarla Cengiz Han 3 şey hedeflemişti. Cengiz Han’a mutlak itaat, göçebe kabilelerin birleşmesi ve suç işleyenlerin merhametsiz bir surette cezalandırılması…
Moğol toplumu
Moğol toplumu, Cengiz Han’dan önce teşkilatsızdı. 1206 kurultayında devletin ordu ve içtimai teşkilatı da düzenlendi. Cengiz Han görevlere atayacağı kişileri kabile hiyerarşisine göre değil liyakate göre belirlemişti. Anahtar kelime ise sadakatti…
Cengizhan 1206 yılında mevcudu 10 bine ulaşan keşik adındaki muhafız birliğini kurdu. Genişleyen İmparatorluğa komutan ve idareci yetiştiren ve Cengiz Han’a sadakati ön planda tutan keşiğe katılabilmek büyük bir onurdu. Şamanların da katkısıyla kabilelere duyulan sadakati kendisine yönlendirmeyi mükemmel surette başarmıştı.
Moğol İmparatorluğu bir devlet olarak gerçek oluşumunu ancak Uygurlar’ın tam iştirakiyle sağlamıştı. Yerleşik hayata geçmiş olan, edebiyat, sanat ve ticaret açısından parlak bir uygarlığa sahip olan Uygurların da kendi istekleriyle Moğollar’a katılmasıyla Moğollar kültürel anlamda hızla bir yükseliş gösterdiler. Moğollar okuma yazma bilmeyen göçebe bir kavim oldukları için Uygurların alfabesi Moğolca için uyarlandı ve Uygur aristokratları devletin önemli yerlerinde görev almaya başladı…
Cengiz Han zamanında bugünkü Çin sahasında üç devlet vardı. Kansu civarında Tangut Krallığı olarak da bilinen Xia Hanedanı, kuzeyde Jin Hanedanı ve güneyde Song Hanedanı…
Cengiz Han, Moğollar’ın ezeli düşmanı olan Jin Hanedanı üzerine büyük bir sefer yapmak istiyordu. Lakin Jin Hanedanı oldukça güçlü ve köklü bir devletti. Cengiz Han ise o zamana kadar yalnızca göçebe kabileler ile harpler yapmıştı. Ne bir şehir kuşatmış ne de kale savunması vermişti. Dolayısıyla önce Jin Hanedanına saldırmak yerine Tangutlara, yani Çin topraklarını paylaşan üç devletten en zayıfına hücum ederek ordusunun değerini denemek istiyordu. Ayrıca Tangutlara hakim olursa Türkistan’a giden yolu kontrol altına alacağını ve Moğolların ezeli düşmanı olan Jin Hanedanını da batıdan kuşatmış olacağını planlıyordu.Kansu bölgesinde yaşayan, Tibet ırkından ve Budist dininden olan Tangut Krallığı ile yapılacak olan mücadele Cengiz Han’ın yerleşik ve medeni bir millete karşı yaptığı ilk sefer olacaktı…
Cengiz Han ordusunu hazırlayarak 1207 yılında Tangut Krallığı üzerine harekete geçti…Tangutlar ise Cengiz Han’ın karşısına ordu çıkarmak yerine güçlü surların arkasına saklanmayı tercih etmişlerdi…
Bunun üzerine Cengiz Han Tangutların önemli şehirlerinden olan Vulahay şehrini kuşattı. Ordusunun büyük çoğunluğu şehri kuşatırken diğer askerleri ise kırsal bölgeleri talan ediyordu. Fakat açık arazide düşman kuvvetlerini imha etmek için mükemmel bir şekilde teşkilatlanmış olan Moğolların müstahkem mevkileri almakta oldukça acemi ve deneyimsiz oldukları ortadaydı.Cengiz Han kaleyi nasıl ele geçirebileceğini düşünüp duruyor komutanlarıyla istişareler ediyordu. Uzun süren kuşatma sonunda Cengiz Han kaledekilere elçi göndererek şehirdeki haberci kuşlarını teslim ettikleri takdirde kuşatmanın kaldırılacağını bildirdi. Bu denli önemsiz bir şart karşısında şaşıran Tangutlar, bu şartı derhal yerine getirerek şehirde ne kadar kuş varsa Cengiz Han’a teslim ettiler. Bunun üzerine Cengiz Han kuşların ayaklarına kıtık parçaları bağlatarak ateşe vermeye başladı. Korkan ve alevler içinde kalan kuşlar yuvalarına dönmeye başladılar. Kısa süre sonra yanarak şehre dönen kuşların şehirde yangın çıkarması ile şehir birden alevler içinde yanmaya başladı. Şehirde büyük yangınların çıkmasını fırsat bilen Moğol ordusu merdivenler eşliğinde kalelere tırmanarak şehri kolayca ele geçirebilmeyi başarmıştı.
Vulahay şehrini bu suretle ele geçiren Cengiz Han ardından Tangutların başkenti olan Çong-Hing’i kuşattı. Bu şehir Vulahay şehrine göre daha sağlam ve büyüktü. Tangutlardan elde ettiği esirleri kullanarak şehrin su ihtiyacını karşılayan Huang-ho nehrinin yönünü değiştirmek suretiyle şehri susuz bırakarak teslim olmalarını sağlamaya çalıştı lakin nehri durdurabilecek bir bent yapmayı başaramadılar.
Sonbahar yağmurlarıyla nehir taşınca Moğol ordugahını su bastı. Cengizhan kuşatmayı kaldırmayı düşünüyordu. Ancak Moğol askerleri kırsal bölgeleri talan etmeye devam ediyordu. Nihayetinde Tangut kralı Cengiz Han’a elçi göndererek barış teklifinde bulundu. Kızı Çaka’yı Cengiz Han’a vererek onun sağ kolu olmak istediğini bildirdi. Moğollar istediği takdirde Tangutlar ordu gönderecek, bunun yanı sıra develer, av şahinleri, yün ve ipekli kumaşlardan oluşan düzenli bir haraç verilecekti. Bu şartlar altında bir tabiyet anlaşması yapıldı ve Tangutların kralı Li An-şi Cengiz Han’a bağlılığını bildirdi. Cengiz Han ise şimdilik planladığı büyük Jin Seferinden önce Tangutları kendine tabi kılmış, şehirleri ele geçirmek konusunda deneyim sahibi olmuş, Türkistan’a giden yolu kısmen kontrolü altına almış ve ezeli düşmanı olan Jin Hanedanını batı tarafından kıskaca almıştı…
Jin İmparatorluğu
Moğol yurtlarında hiç kimse Pekin sarayında Cengiz Han’ın büyük dedesi Ambakay Han’ın uğradığı işkence ve aşağılamayı unutmamıştı. Ambakay Han Çin zindanlarında işkence gördüğü sırada hayatını kaybetmişti. Bu yüzden Cengiz Han için Jin İmparatorluğunu ele geçirmek bir intikam meselesiydi…
1208 yılında Jin İmparatoru Ma-ta-ku ölmüştü. Yerine İmparator Çong-hei tahta geçti. Cengiz Han gençliğinde Ong Han ile birlikte Tatarlar ile harp ederken Jinlerle birleştiğinden beri onlar tarafından kendine tabii bir hükümdar olarak görülüyor ve Jin Hanedanına haraç ödüyordu. Şimdi ise hem Ong Han’ın ölmüş olması hem de Jin İmparatoru Ma-ta-ku’nun ölmesi ile Cengiz Han kendini Jin Hanedanına bağlılıktan azad edilmiş kabul etti.
Yeni İmparator Çong-hei, Cengiz Han’a bir elçi göndererek hem bağlılığını tazelemesini hem de ödemesi gereken haracı istemişti. Usûl gereği Cengiz Han’ın elçi önünde diz çökmesi ve sadakatini bildirmesi gerekiyordu. Ancak Cengiz Han diz çökmeyi reddederek:
‘Çong-hei gibi bir budala tahta layık mıdır ve onun önünde ben diz mi çökeceğim!’ diyerek elçiye tükürmüştü. Yeni İmparator Çong-hei bu haberi duyunca o kadar çok sinirlenmişti ki Moğol elçilerini oracıkta idam ettirdi. Bu olay üzerine Cengiz Han kurultayı topladı. İstişare neticesinde Moğol İmparatorluğu Jin İmparatorluğuna harp ilan etti…
Mart 1211’de Moğollar, Jin İmparatorluğuna karşı bir sefer için 90 bin asker toplamışlardı. Moğolistan’daki üslerini korumak için ise geride yalnızca 2 bin asker bırakmışlardı. Bu, Moğol güçlerinin yüzde doksanından fazlasının sefer için harekete geçirildiği anlamına geliyordu. Jin İmparatorluğu ise muazzam bir nüfusa ve kalabalık bir orduya sahipti. İmparator emrindeki ordu 800 bin piyade ve 150 bin süvariden oluşuyordu. Moğollar Çin Seddi’ne kadar hiç bir kuvvetle karşılaşmadan ilerlediler. O dönem Çin Seddi, Jin İmparatorluğu adına Öngüt Türkleri tarafından korunmaktaydı. Öngüt başbuğu Alakuş-teginCengiz Han’a elçi göndererek bağlılığını bildirdi. Cengiz Han da kızı Beki’yi Alakuş’un oğlu ile evlendirdi .Bu suretle Çin Seddi’nin kapıları Moğollar için açılmış oldu.Hızlıca Çin Seddinden geçen Moğol ordusu ikiye ayrıldı. 30 bin kişilik öncü birlik Cebe ve Subutay emrine verilirken ana ordunun başında Cengiz Han bulunuyordu.Öncü birlik Datong’taki garnizon’un üzerine ilerlerken Cengiz Han emrindeki ana ordu Yao Ling geçidine ilerledi.
Jin ordusundan 450 bin asker geçitte Moğolları beklemekteydi. Datong’daki garnizon Subutay tarafından imha edilmişti. Kaçan Jin askerleri Woi Shai kalesine çekildi.Bunun üzerine Cengiz Han, oğlu Cebe ve Subutay’ı Woi Shai kalesine saldırması için görevlendirdi.
Yao Ling geçidinde bekleyen Jin ordusu aylarca bulunduğu pozisyonu korudu.
Subutay ve Cebe, Woi Shai’deki garnizonu da bertaraf ederek komutanları idam ettiler.
Ardından Yao Ling geçidinde bekleyen Cengiz Han’ın ordusuna katıldılar.
Cengiz Han’ın 90 bin kişilik ordusu Jin İmparatorluğunun 800 bin kişilik ordusuna karşı müthiş bir hücuma geçti…
Moğollar’ın kurduğu güçlü baskının ardından Jin İmparatorluğu askerleri geri çekilmeye başladı.
Cengiz Han Subutay ve Cebe’yi tepelerin ardından Jin askerlerinin üzerine sevk etti.
Jin askerleri o tepelerden atlı birliklerin gelmesinin mümkün olmadığını düşünüyordu.
Bu yüzden o tarafta bir güvenlik önlemi almamışlardı.
Ancak Moğol askerinin hücumunu görünce hepsi birden şoka uğradı. Moğollar iki taraftan saldırmaya başladı.
En iyi Moğol generallerinden biri olan Cebe bu esnada sahte bir ricat yaparak çekildi.
Jin askerleri bu tuzağa düşerek Moğol atlılarını takip etmeye başladılar.
Ancak Moğollar küçük bir grubu yem olarak bırakıp ormanlara saklanmıştı.
Köşeye sıkışan Moğol askerlerinin üzerine giden Jin askerleri,ormanlardan çıkan Moğol askerleri tarafından sarılarak tamamı kılıçtan geçirildi.
Ardından tekrar ana orduya desteğe giden Cebe’nin askerleri Jin ordusunun dağılıp kaçmakta olduğunu gördüler.
İmparator Çong-hei de bu muharebeden canını zor kurtarmıştı.
Jin ordusu Pekin ve etrafındaki kalelere sığınarak meydan savaşından kaçıp kalelerde savunma yapmayı tercih ettiler.
Bu o kadar korkunç bir savaştı ki toprağın üzeri cesetlerle dolmuştu.
Buradan 9 yıl sonra geçen Taoist rahip Şang Sun sonsuzluğa uzanan beyazlaşmış insan kemiklerini seyrettiğini aktarmıştı…
Bu savaşta Jin ordusu 450 bin asker kaybetmişti.
Bu Moğollar’ın Çin ordusu karşısında ilk ve en büyük zaferi olmuştu…
Ardından Moğol orduları bölünerek kırsalları ve Çin köylerini yağmalamaya başladı.
Karşısına savunma yapmak için bir Jin ordusu da çıkmamıştı.
Onlar kalelerinde Moğol ordusuna karşı savunma yapmayı beklemekteydiler.
Bunun üzerine Moğollar bir çok kaleyi ve şehri kuşatmaya başladılar.
Teslim olan şehirdekiler ya köle olarak alınıyor ya da tamamı vahşice kılıçtan geçiriliyordu.
Ancak mühendisler, tüccarlar, doktorlar, öğretmenler, din adamları ve idareciler bağışlanıp Moğol ordusuna katılmaları isteniyordu.
Bu katliam haberleri gün ve gün Pekin’e ulaşıyor ve Çinlilere korku saçıyordu.
Bu sırada Pekin’de bir saray dramı Jin Hanedanını sarsmıştı.
Jin İmparatoru Çong-hei, Hu-şa-hu adındaki bir subayı tarafından suikaste uğramış ve yerine yeğeni Wu-tu-pu tahta geçirilmişti. Bu yeni İmparator da ne yazık ki selefi kadar iktidarsız bir hükümdardı.
Buna rağmen Cengiz Han muntazam bir kuşatmayı sürdürecek şekilde gelişmemişti. Daima ihtiyatla hareket edip, generallerinin sabırsızlığına rağmen Wu-tu-pu’nun barış teklifini kabul etmişti.
Jin İmparatorluğu altın, ipek, üç bin at, binlerce genç erkek ve kız köle,
Cengiz Han’ın kendisi için Cürcet Prensesi de dahil olmak üzere muazzam bir harp tazminatı ödemişti.
Cengiz ve ordusu bu büyük harp tazminatı ve ele geçirdikleri harp ganimetleri ile birlikte Karakurum’a çekilmekteydi.
Moğollar gider gitmez Pekin’i tehlikelere karşı çok açık gören Jin İmparatoru Wu-tu-pu, başkenti terk ederek K’ai-fong-fu’ya yerleşmeye gitmişti. Bu bir kaçma demekti. Cengiz Han bu gidişi harbin yakında yeniden başlayacağı şeklinde yorumlamış ve bundan istifade ederek bizzat kendisi mütarekeyi bozmuştu. Ordusunu çabucak geri çevirerek Pekin’i kuşatmak için tekrar ilerledi…
Daha önce bu müstahkem şehri kuşattığında kenti atlı birliklerden kurulu göçebe ordusuyla ele geçiremeyeceğini anlamıştı.
Bu nedenle Çinli istihkamcıları ve mühendisleri ordusuna dahil etmişti.
Cengiz Han, Çinlilerden ele geçirdiği mühendisleri kullanarak Pekin şehrinin haritasını çıkarmış ve şehre nasıl ve ne yönden saldırılacağını belirlemek için komutanlarıyla istişarelere girişmişti.
Şehrin nasıl ele geçirileceği üzerine çok uzun kafa yorulmuş ve mancınıklar inşa edilmiş şehre akan nehirlerin önüne bentler çekilmişti.
Şehre tüm giriş ve çıkışlar kapatıldı.
Moğol ordusu şehirde açlık ve susuzluğun baş göstermesini bekleyerek 6 ay boyunca Mancınıklarla şehri bombardıman etti… Pekin halkı Moğolların diğer Çin şehirlerinde yaptıkları yağmaları iyi bildiğindenhepsi korku içindeydi.
Sonunda şehirde açlık ve susuzluk baş göstermiş, Çinliler ölülerini yiyerek hayatta kalmaya çalışmıştı.
Cengiz Han daha önce yağmaladığı Çin şehirlerinde o kadar çok insan öldürmüş ve o kadar çok köle elde etmişti ki sadece köleleri doyurmak bile oldukça müşkül bir durum haline gelmişti.
Cengiz Han bu durumu lehine çevirmek için bu köleleri etten kalkan olarak kullanmaya karar verdi.
Savaş kulelerini itmeleri, en ön safta savaşmaları ve koç başı ile kapıya dayanmaları için Çinli esirleri zorladı.
Böylece Moğol ordusu uzun bir bekleyiş ve çabanın ardından şehre hücum etmeye başladı.
Çin okçuları kalelerinden Moğollar üzerine müthiş bir ok yağmuru başlatmıştı.
Moğolların kullandığı mancınıklardan atılan büyük taşlar Pekin şehrinin duvarlarını parçalıyordu.
Çinliler de bu mancınıklara karşı boş durmuyor ve ileri teknikleri kullanarak ürettikleri yanıcı maddelerden oluşan yangın toplarını Moğolların üzerine atıyorlardı.
Çin okçuları çok geçmeden ok atışlarıyla öldürdükleri kişilerin kendi akrabaları olduğunu fark edince
büyük bir motivasyon kaybettiler. Atacakları her okla kendi evladını veya kardeşini vurabilirlerdi…
Bu duruma daha fazla dayanamayan Çinli okçular ok atışlarını durdurdular.
Bu sırada surlara çıkan ve yıkılan duvarlardan içeri giren Moğol askerleri Çinlileri kılıçtan geçirmeye başladı.Nihayet şehir düşmüştü…
Bu zaferin ardından Cengiz Han, şehrin tümüyle acımasızca yağmalanmasını emretti.
Moğol askerleri girilmedik ev, kaçırılmadık kız, çalınmadık değerli eşya, öldürülmedik insan bırakmamışlardı…
Moğol ordusu tarafından Pekin’de yapılan vahşet, toprak üstünde çürüyen ceset parçaları, insan kemikleriyle kaplı tarlalar, bu ceset yığınlarından çıkan salgın hastalıklar, bizzat olaylara tanıklık eden Harezmşah elçisi Bahaeddin Razi tarafından gözlenmiş ve yazılmıştı…
Moğollar bütün şehri içindekilerle beraber ateşe vermişlerdi. Bu acımasız tahrip bir ay kadar sürmüştü…
Altın, gümüş, ipek ve değerli eşyaları Moğolistan’a taşımak hayli zor olmuştu…
Jin Hanedanı ise yeni başkenti K’ai-fong-fu ve Şen-si’de bir şehire sıkışıp kalmıştı…
Cengiz Han Çin’in tamamının ele geçirilmesinin uzun süreceğini anlayıp, buranın ele geçirilmesi ve idare işlerini generallerinden Mukuli’ye devrederek yönünü Türkistan’a çevirdi.
Kuzey Çin’in Moğollar tarafından ele geçirilmesi üzerine Moğol İmparatorluğu, Çin’in tüm zenginliklerinden yararlanarak o devrin en zengin devleti haline geldi…
Artık bütün dünyanın başkentleri Çin’de olanlarla yakından ilgilenmeye başlamışlardı.
Harezmşah Hükümdarı Sultan Alaeddin Muhammed Harezmşah, kendi fethetmek istediği Çin’in, Moğolların eline geçmesine inanamamıştı.
Haberin doğruluğunu tetkik ettirmek için Seyyid Bahaeddin Razi’nin idaresinde bir heyeti Çin’e gönderdi.
Harezmşah elçileri Çin hududuna vardıkları zaman bu muazzam vahşete bizzat tanıklık ettiler…
Osmanlılar tüm Türk devletleri gibi bir kara gücü, kara devletiydi. Onlar, geldikleri ve yaşadıkları bölgeden kaynaklı deniz ya da denizle ilgili faaliyetlere uzaklardı. Osman Bey’in kurduğu beylik, daha çok erken tarihlerden itibaren Marmara ve Ege denizine dayandı. Bu suretle denizle ve denizden kaynaklı tehditlerle karşılaşmaya başlayan Osmanlıların ilk deniz güçlerini, 1350’li yıllarda topraklılarını aldığı Karesi Beyliği’nin gemileri oluşturdu.
Osmanlılarda deniz faaliyetleri, Batı Anadolu beylikleri; Aydın, Saruhan ve Menteşe oğullarındaki kadar hızlı gelişmedi. Birbirine çok benzer sosyal dinamikleri ve temelleri olan beylikler arasında, bu tarz bir fark olmasının tek sebebi vardı: Osmanlılar 1353 yılı gibi erken bir tarihte Rumeli’ye çıkıp buraya tutunmayı başarınca, önünde kara gücünü kullanabileceği uçsuz bucaksız Balkan Yarımadası beliriverdi.
Diğer beylikler için ise Ege Denizi ya da diğer bir tabirle Adalar Denizi doğal bir engeldi.
Doğuya doğru da genişleyemediklerinden denizcilikle uğraşmaları kaçınılmaz oldu…
Osmanlıların denizle ve denizcilikle uğraşmak zorunda kalışı elbet benzer bir zaruretle olacaktı. O ilk zaruret ise Çanakkale Boğazı’nın güvenliği oldu. Güney Marmara’ya tamamen yayılan ve böylece denize sınır olan Osmanlılar, deniz ticaretinin zirvesine oturma konusunda birbiriyle yarışan Venedik ve Ceneviz ile bunun yanında ana hedefi olan Doğu Roma ile ilişkiye girmeye başladı. Özellikle iki İtalyan devleti ile kurulan ilişki ticaret merkezliydi…
1.Murat devriyle beraber Balkanlarda bir çığ gibi büyüyen Osmanlıların boğaz trafiği çok fazla arttı. Fakat Türklerin bu askeri trafiğin ve göç dalgasının deniz ayağını organize edebilmesi hayli güçtü. Ellerindeki gemilerin yanında Venedik ve Cenevizlilere para vererek kendilerini karşıya çıkartıyorlardı. Adı geçen devletlerle araları bozulunca ise karşıya geçiş bir cehenneme dönüşüyordu…
Boğazın iki tarafı da Türlere ait olmasına rağmen Venedik, Ceneviz ve Bizans; boğazı istediği gibi kontrol edebiliyor; karasularını istediği gibi kullanıyordu. Buna bir dur demek gerektiğini anlayan Sultan Murat, Kocaeli’nde ufak bir tersane oluşturarak karşıya geçiş ve boğaz güvenliği için yeteri kadar sal yapılması emirini verdi. Boğaz boyundaki kalelere de “Bahriye Azaplarını” yerleştirdi. Fakat bunlar bugünkü deniz piyadeleriydi, asıl önemli olan denizciydi ve o da Osmanlı’da daha yoktu…
Osmanlı’nın kurumsallaşmasında ve genişlemesinde büyük payı olan 1.Bayezid’ın döneminde, atılım giderek büyüdü. Sultan, çıktığı bir Anadolu seferinde pek çok Batı Anadolu beyliğini kendisine bağlamayı başardı ve sonraki süreçte Anadolu’daki Türk birliğini büyük oranda sağlamayı başaracaktı…
Alınan Batı Beyliklerinin filoları birleşip Osmanlı Donamamasının temelini oluşturamadı.
Beylikler o dönemde deniz faaliyetlerini Türk korsanlar aracılığıyla yapıyordu ve bu korsanlar beyleri bertaraf edilince Osmanlı tarafına yanaşmadı… Osmanlı hizmetine girmeyi kabul eden Türk korsanların gemileri ve Kocaeli’de yapılan gemilerden oluşan 60 gemi Sarıca Bey önderliğinde bazı Ege adalarını yağmaladı. Fakat bu ufak grup, Çanakkale Boğazın’daki Venedik ve Ceneviz serbestliğini engelleyemedi Osmanlıların deniz gücü hala çok zayıftı…
Yine yakın yıllarda Padişah, Gelibolu’ya bir tersane kurdurdu ve karşısına da Lapseki hisarını yaptırdı. Osmanlılar boğazı kontrolün önemini anladıkları için buranın savunmasını hem denizden hem de karadan organize etme gayesindeydiler. Alınan bu önlemlerden sonra yabancı gemiler “Mafgarya” denilen izin kâğıtlarıyla boğazdan geçmek zorunda kaldı. Bu büyük bir başarıydı fakat kurallar, süratli ve iyi donanımlı Venedik gemilerini alakadar etmedi. Çünkü Osmanlılar hisarlardan sadece ok atabildikleri için ve ellerindeki gemiler rakiple boy ölçüşecek seviyede olmadığı için gemilerin geçişi sırasında rakibi tehdit edemiyordu.
Osmanlılar, 1396 yılında oluşturulan haçlı ordusuna karşı koyabilmek adına sefere çıktığı sırada, haçlıların deniz gücü olan 44 parçalık haçlı filosu, Balkanlara varmak için yola çıktı.
Sarıca Bey ve komutasındaki Osmanlı gemileri, güçlü haçlı filosuyla boy ölçüşemeyeceğini anlayınca Gelibolu limanına çekildi. Kolayca her iki boğazı da geçen filo, Karadeniz’e çıkıp Tuna nehri aracılığıyla Niğbolu Muharebesi’ne katıldı. Bu filonun Akdeniz’den kalkıp Niğbolu’ya kadar gelmesi, Osmanlının deniz gücünün ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha gösterdi. Diğer bir kötü sınav ise İstanbul’un 3.kuşatması sırasında verildi.
İstanbul’un denizden abluka altına alınması işini yapan 60 gemi, Doğu Roma’ya destek taşıyan Venedik gemilerini tutamadı ve gemiler, İstanbul’a rahatça ulaşıp abluka altındaki Bizanslıları rahatlattı…
Niğbolu ve İstanbul Kuşatmasındaki bu olaylar Yıldırım Bayezid’i yeni bir tedbir almaya itti.
Çanakkale Boğazını tutmak için yaptırdığı kalenin bir benzerini İstanbul Boğazını tutmak için de yaptırdı. 1397 yılında tamamlanan Güzelcehisar, Karadeniz ve Marmara arasındaki geçişlerde, yabancı gemilere zorluklar çıkaracaktı…
Ege’deki adalara çıkarmalar yapabilecek güce ulaşan Osmanlı donanmasının bir sonraki sınavı 1399’da oldu. Bizans imparatorunun yardım talebi üzerine Fransa kralı 6.Charles, asker ve erzak dolu ufak bir filoyu İstanbul’a yolladı. Bu filoya Venedik, Ceneviz ve Rodos gemileri de eklenecekti. Fakat Bozcaada’da bekleyen Fransız filosu, müttefiklerini beklemeksizin 6 gemisiyle boğazı zorlamaya kalktı. Sarıca Bey ise 17 gemiyle rakibin boğaza girişini engelledi. Bu, Osmanlının ilk deniz zaferi değildi ama ilk deniz başarısıydı…
Bozcaada’ya çekilen Fransız gemileri ise müttefikleri gelince tekrar boğazı zorladı.
Osmanlılar bu sefer rakibin çok daha güçlü gelmesi üzerine direkt Kocaeli limanına sığındı ve yardım gemileri ise İstanbul’un imdadına yetişmeyi başardı…
1402 Ankara Muharebesi’yle Osmanlı büyük bir bunalıma girdi ve iç savaş başladı.
Fetret Dönemi dediğimiz bu süreçte Osmanlı donanması nadir kullanıldı ve donanmanın gelişimi çok yavaşladı. Yeniden çıkış ise 1413 yılında tahta oturup Osmanlı mülkünde bütünlüğü tekrar sağlayan Çelebi Mehmet zamanında oldu. Tahta oturan Tavil Mehmet, derhal bir donanama oluşturtulması için emir verdi. Uzun süredir dostane ilişkiler kurulan Venedik’i kendisine hedef olarak gören sultan, 17’si kadırga geri kalanı da ufak teknelerden oluşacak şekilde 112 gemilik bir donanma oluşturdu. Donanmanın başına da Çalı Bey’i geçirdi. Venedik ile rakip olan Ceneviz’le de fiili bir ortaklık kurdu. Boğazdan geçmeye çalışan Venedik gemilerini esir alan Osmanlı donanmasının 42 parçalık bir kısmı,
Çalı Bey idaresinde 1415’te Ege’ye açıldı.
Türk denizcileri Naksos ve yine buraya bağlı Paros, Melos ve Andros adalarına çıkarmalar düzenleyip tahrip ve yağma yaptı. Korkan Naksos Dükü kendi gemilerini limandan çıkaramadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Türklerin Ege’deki bu taarruzu ve Çanakkale boğazını kontrol eder duruma gelmeleri elbette Venedik’te yüzleri düşürdü.
Venedik’in bir şey yapıp olayları lehine çevirmesi lazımdı…
Pietro Loredano komutasında 15 büyük kadırgadan oluşan filo, Nisan 1416’da Ege sularına geldi. Venedik’in niyeti savaştan ziyade Boğazın ticaret gemilerine açık tutulması idi. Hatta bunun için yanlarında 2 tane de diplomat getirmişlerdi. Osmanlı ise bu bölgeleri doğaldır ki kendi hâkimiyet alanı olarak görüyor ve kendine sorulmadan iş yapılmasını istemiyordu.
Bakalım işler nereye varacaktı?…
Amiral Pietro 28 Mayıs’ta Gelibolu açıklarına geldi. Tomasso adında bir yaverini Çalı Bey’e göndererek amacını söyledi. Ortada resmen ilan edilmiş bir savaş olmadığı için ortam sakindi.
Fakat bir sonraki gün, geçiş izni almış bir Ceneviz ticaret gemisi boğaza girmeye çalışınca olan oldu. Venedikliler rakiplerine ait gemiyi vurup batırınca Osmanlı yetkilileri küplere bindi. Venedikliler nasıl olurdu da Osmanlı karasularında böyle kafalarına göre hareket ederdi. Üstelik batırılan gemi geçiş izni almıştı ve Türklerin müttefikine aitti. Çalı Bey buna sinirlenip derhal gemicilerine emir verdi. Osmanlılar koşarak gemilere yöneldi ve denize açıldı. Venedik donanmasının üzerine gidiyorlardı…
Amiral Pietro bunu resmi savaş ilanı olarak kabul edip çarpışma karar verince, Osmanlı tarihinin ilk resmi deniz savaşı 29 Mayıs 1416’da başladı. Venedik’in 15 büyük gemisi vardı.
Osmanlıların ise o sırada 13 çektirisi ve 21 tane de daha küçük tip gemisi mevcuttu. Filolar arasındaki teknik üstünlük ise karşılaştırılamayacak şekilde Venediklilerdeydi. Kürekli Gemiler Çağı’nın en iyi gemileri onlardaydı. İtalyanların gemileri muntazam ve büyük olduğu kadar toplarla da donatılmıştı. Osmanlı gemilerinde ise rakibin ateş gücüne karşılık verebilecek sadece ok vardı. Normal şartlarda dönemin klasik deniz savaşı tarzı “mahmuzlama” ve “rampaj”a dayanıyor olsa da Venedik gemilerindeki toplar, Osmanlılara yaklaşmaksızın savaş yapılmasına zemin hazırlıyordu. Ek olarak İtalyan gemileri, yüzyıllardır bu işi yapmanın getirdiği avantaja sahip usta denizciler tarafından yönetiliyordu…
Her şeye rağmen rakibin üzerine saldıran Çalı Bey ve gemileri, Venedik ateşi altında kalıverdi. Zaten çok sağlam olmayan Türk gemileri aldıkları isabetler sonucunda ağır yaralanıyor, istenilen oranda rakibe yaklaşamıyordu. Sonucu belli bir savaşa giren Osmanlı deniz beyi, son bir çare yanan gemilerinin ve ölen personelinin arasından süzülerek rakibin kaptan gemisine doğru sokuldu. Amirale yeterince yaklaşan birkaç gemiden rakibe ok yağdırıldı. Bu yoğun ok atışı sırasında Amiral sol bacağından ve yanağından yaralandı ama bu, savaşın neticeye etki etmedi…
Venedikliler ateş gücünün verdiği avantaj, denizcilik bilgisi ve kaliteyle Osmanlı gemilerini ele geçirmeyi başardı. Çalı Bey ve pek çok levent savaş sırasında şehit oldu, geri kalan personel de esir düştü. Esir edilen 12 geminin personeli, savaşı Gelibolu sahillerinde yaşlı gözlerle izleyen kadınların ve çocukların şahitliğinde kılıçtan geçirilip denize atıldı. Sonrasında Amiral Pietro, Lâpseki’ye saldırıp burayı almak istediyse de emrinde büyükçe bir kuvvet olan Halil Bey’in yakınlarda olduğunu öğrenince bundan vaz geçti. Sonuçta İtalyanlar denizde üstün olabilirlerdi ama muharebe karaya taşınırsa Osmanlı’nın asıl gücüyle karşılaşma talihsizliğini yaşamak istemezlerdi. Derken aldığı galibiyetin ardından Venedikliler, Bozcaada’ya doğru yöneldi. 5 çektiriyi ganimet olarak alıp geri kalanları işe yaramaz gerekçesiyle yaktılar…
Yenilgiden sonra Çelebi Mehmet, Venedik’in denizdeki üstünlüğü kabul etmek zorunda kaldı.
Naksos’tan alınan vergi kaldırıldı ve Venedik ticaret gemilerinin boğazlardan serbestçe geçebilmesi gibi bazı tavizler verildi. O dönemde Çanakkale Boğazını korumakta dahi zorlanan Osmanlılar, bundan 100-150 yıl kadar sonra Akdeniz’in en güçlü donanmalarından birine sahip olacak; gemilerini Adriyatik’ten Hint Okyanusu’na, Azak Denizi’nden Cebelitarık açıklarına kadar yüzdürecekti. Fakat, Osmanlıların o seviyeye gelebilmesi için daha çok yol kat etmesi lazımdı….
Roma Germen İmparatorları, Orta Avrupa’da Almanca konuşan tüm toplulukların kralı unvanını taşımaktaydı. Fakat Almanlar İmparatorluğun içinde, Ortaçağdan kalan derebeylik geleneğinden kaynaklı olarak 500 den fazla siyasi yapıya bölünmüşlerdi. Bu yapıların hepsinin kendine göre ayrı kanunları, işleyiş yapıları ve yönetim biçimleri vardı.
Napolyon’un seferleriyle 19.yy’ın başında Roma Germen imparatorluğu yıkıldı ve Alman devletleri Bonapart’ın yeni düzenlemesiyle “Ren Konfederasyonu” adı altında Fransa güdümüne girdi.
1789 Fransız ihtilalinin yaydığı fikir akımlarıyla ve Fransa hegemonyası altında ezilmenin verdiği etkiyle Almanlar arasında milliyetçilik duygusu yükselmeye başladı Napolyon’a karşı yapılan mücadelelerde kazanılan ortak tecrübeler ve işgalcileri kovarak tekrar kendi topraklarının kontrolünü ele geçirme fikri Almanların arasında birleşip tek bir ülke olma arzusununum fitilini ateşledi.
Napolyon’un düşüşünün ardından, Avrupa’nın yeniden düzenlendiği 1815 Viyana kongresiyle büyük monarşiler, kıtayı belli bir dengeye oturtmaya çalıştılar. Bu dengede tutma politikası uyarınca Roma Germen imparatorlunun yerini tutması için Alman devletçikleri Avusturya İmparatorluğu’nun etki alanı altında birleşti. Fakat burada, yükselmekte olan Prusya’nın gücü göz ardı edildi…
Sanayi devrimiyle üretimin ve ticaretin artması, Alman devletleri arasında belli bir gümrük birliğine gidilmesine sebep oldu. Yapılan karayolları ve özellikle demir yolları aynı milletten olan bu toplulukların birbirlerini daha fazla tanımasına yol açtı. Birbirlerini yakından tanıyan ve konuştukları dil dışında da ortak kültürel noktaları ve çıkarları olduğunu anlayan Almanlar arasındaki tek bir çatı altında birleşme fikri, daha da kuvvet kazandı.
Görüldüğü üzere demir yolları, Alman milli bilincinin ve beraberliğinin oluşmasında temel etkenlerden biri oldu. Çok uluslu bir yapıya sahip olan Avusturya İmparatorluğu, etki alanında yükselmekte olan Alman milliyetçiliğini her ne kadar dizginlemeye çalışsa da 1848’le beraber bu politika tamamen işlevsiz hale geldi. Artık hemen hemen her Alman birleşmeyi istiyordu….
Gelin görün ki “birleşme nasıl ve hangi yöntemle olacak?”, “hangi noktalar üzerinde ne oranda birleşilecek? ”,
“Yaşananlar asil zümreleri ne denli etkileyecek?” gibi sorular kafaları karıştırıyor; özellikle bu birleşmeyi Avusturya’nın mı yoksa Prusya’nın mı üstenmesi gerektiği ikiliği zihinleri allak bullak ediyordu.
Birleşmenin olacağı, gökteki bir güneş kadar apaçık görülmesine rağmen bir türlü beklenen olmuyor, Almanya’nın birleşmesi sürekli gecikiyordu….
1862’de Prusya tahtına 1.Wilhem’in geçmesi, Avrupa’da dengeleri bir anda değiştirdiği gibi sorularında tek tek yanıt bulmasına da vesile oldu. Helmuth von Moltke, Prusya Genelkurmay Başkanı pozisyonuna getirildi. Albrecht von Roon da Prusya Savaş Bakanı oldu.
Wilhelm, Otto von Bismarck’ı da Prusya başbakanı olarak atadı. Roon’la Montke’nin askeri ve operasyonel dehası; Bismarck’ın “Realpolitik” adı verilen siyaseti, Prusya’yı hızlıca Avrupa’nın demir yumruğu haline getirecekti…
Kan ve Demir
BismarCk’ın, Prusya başbakanı olmasıyla Avrupa’nın çehresi değişmeye başladı.
O, Almanların hayatta kalabilmesini, halkın Prusya etrafında birleşmesinde görmekteydi.
Planı, daha göreve ilk geldiği günden beri belliydi.
“Büyük sorunlar; konuşmalar ve çoğunluk kararıyla değil, kan ve demirle çözülecek.!!!” diyordu.
Bismark, Almanya’yı birleştirmek için kan ve demiri kullanacak yani savaşacaktı….
Bismark’ın en üstün özelliklerinden birisi, ortamı çok iyi analiz edebilmesiydi.
Hangi ülkenin neye ne derecede tepki vereceğini çok iyi biliyor; ülkelerin güçlü ve zayıf yanlarını isabetli bir şekilde analiz edebiliyor, kıtanın hâlihazırdaki durumunu ideolojik eğilimleri kenara bırakıp tamamen kendi ülkesinin çıkarları için en verimli şekilde kullanabiliyordu.
Diplomatik ve bürokratik bir deha örneği olarak gösterilen Otto, hamleleri sayesinde ülkesinin elini her adımda biraz daha kuvvetlendirmeyi böylece başardı. Prusya’nın Alman birliğini kurmak için atmak istediği ilk adım; Danimarka’ya bağlı olan Schleswig, Holstein ve Lauenburg dukalıklarını ele geçirmekti. Buraları doğrudan Prusya’ya bağlamak isteyen Bismarck’ın önünde pek çok problem vardı ve bunlar varken istediklerini yapması imkân dâhilinde değildi. İsveç ve özellikle İngiltere, Prusya’nın Kuzey denizine çıkmasına katiyetle karşıydı. Tek sorun İngiltere değildi elbette. Kendisini Almanların lideri gören Avusturya, Bismarck’ın girişimine ilk dur diyecek ülkeler arasındaydı. Öte tarafta da Kırım Savaşı’ndan sonra hızla yakınlaşan Fransa-Rusya ikilisi vardı.
Prusyalıların en son istediği şey; Fransa ve Rusya ile iki cephede aynı anda savaşmaktı.
Bismarck’ın altın kurallardan birisi de buydu: hem doğuda hem batıda aynı anda savaşmamak…
Bu bağlamda Bismarck, Rusya’yı yanına çekerse diğer ülkelerin muhalefetinin pek de önemi kalmayacağını düşündü. Tabii bu ortamın oluşabilmesi için, bir yerlerde bir şeylerin fitilinin ateşlenmesi lazımdı…
1863 Yılında Polonyalılar Rusya’ya karşı ayaklandı. Oluşan durum karşısında büyük devletler hemen pozisyonlarını aldılar. İngiltere milli duygularla kurulmuş bir Polonya devletinin Fransa’nın uydusu olacağını bildiği için isyanı destekleme taraftarı değildi. Fakat Bu isyan sayesinde Fransa ile Rusya’nın arasını açmayı düşündü. Avusturya ise Polonya’nın Rusya ile kendi arasında tampon olacağını biliyordu. Lehleri desteklemek konusunda aslında çekinceleri vardı çünkü buradaki miilyetçilik akımı kendi bayrağı altındaki milletleri de etkileyebilirdi.
Bununla beraber Avusturya, Fransa-Rusya yakınlaşmasından çekinmekteydi.
İşte bu noktada Avusturya ve İngiltere’nin çıkarları örtüştü ve bu ikili Fransa’yı topun ağzına doğru itmeye başladı. 3.Napolyon, kendisine tuzak kurulduğunun farkında olmasına rağmen halkı çoktan tarafını seçmişti. Sokaklar “Yaşa Polonya!” sesleriyle inliyor. On binler gönüllü olarak Polonya topraklarına akıyordu. İç siyasetteki dengeleri gözetmek zorunda olan Napolyon, Leh milliyetçileri destekleme kararı aldı.
Böylece üç devlet İngiltere, Avusturya ve Fransa Rusya’nın karşısında yer almak için kolları sıvadı. Bismarck’ın ise aradığı fırsat ayağına gelmişti.
Adı geçen üçlünün Rusya’ya tavır alacağını önceden hesaplayan başbakan, Rusya’yı destekleme kararı aldı.
İngiltere ve Avusturya, Polonya meselesinde aldıkları sert tutumu bir anda yumuşatınca, Fransa kabak gibi Rusya’nın karşısında tek başına kaldı. 3.Napolyon yaptığı üst üste hatalar sonucunda, Rusya ile arasını iyiden iyiye açtı.. Ortam tam Prusya’nın istediği gibi olmuştu.
Schleswig-Holstein Anlaşmazlığını daha da kaşıyan Bismarck bir bahane bulup Danimarka’ya saldırmak için hazırlandı.
Ortamı Prusya’ya bırakmak istemeyen Avusturya da işe karışınca Germen Konfederasyonu, Şubat 1864 yılında Danimarka’ya savaş ilan etti. Danimarka ordusu bölgeye sevke dilen Alman birliklerinin yarısı kadar ya var ya yoktu. Askeri teçhizat bakımından tüfekleri arasında temel bir prensip farkı vardı. Danimarkalılar Springfield Model 1842, Enfield Pattern 1853, Enfield Pattern 1861 Musketoon ve Lorenz 1854 gibi çoğu İngiliz orjinli tüfekleri kullanmaktaydı. Bu silahlar dönemin modern yapısına uygun ve ağızdan doldurmalı silahlardı. En büyük dezavantajları askerlerin tekrar atış yapabilmesi için tüfekleri ağız kısmından ve ayaktayken doldurma zorunluluğuydu. Doldurması vakit alan bu tüfekler, dakika ortalama 2-3 atış yapılabiliyordu. Prusyalıların elindeyse Dreyse Needle Gun vardı.
Pek çok sorunu olan iğneli ve kurmalı bu tüfeklerin rakiplerinden en büyük avantajı hızıydı…
19.yy sonrasına doğru savaş alanlarında silahlarda aranan şey, menzil ve isabet oranından ziyade hızdı.
Dreyse’ler arka kısımlarından hızlıca doldurulabiliyordu ve askerler dolum işlemini yerde mevzilenmişken de yapabiliyorlardı. Dakikada ortalama 5-6 kadar atış yapabilen ve türünün ilk örneklerinden sayılan bu tüfeklerin varlığı bir sır değildi. Prusya, 1840ların sonundan beri tüm ordusunu Dreyse’lerle donatmıştı. Fakat hiç kimse, bu silahların savaş meydanında neler yapabileceğini bilmiyordu. Yakında herkes, Dreyse’lerin kuvvetini görecekti…
Alman orduları Şubat ayında girdikleri Danimarka topraklarında hızlıca ilerledi.
Her ne kadar İngilizler işi zorlaştırmak için konferans topladıysa da, işgal orduları durmaksızın ilerleyip Danimarka ordusunu Temmuz ayında teslim olmaya zorladı.
Almanlar net bir şekilde galip olan taraftı.
Alman birliğine giden ilk adım, bu şekilde atılmış oldu…
Peki Bismarck’ın tek hedefi adı geçen dukalıkları ele geçirmek miydi? Elbette hayır!!
Bismarck ve kral Wilhelm, ilk iş olarak Kiel’de donanma tesisleri kurmaya başladı.
Amaç; Kiel’de bir kanal açıp donanmayı açık denizlere taşıyabilmekti. Kimse daha farkından değildi ama Bismarck, Alman imparatorluğunu büyük bir deniz gücü haline getirecek temelleri atıyordu…
Savaşta yenilmiş olan Danimarka’ya ufak bir göz atacak olursak onlar için mağlubiyet adeta bir felaket olmuştu. Danimarkalılar, topraklarının 3’te 1’ini ve 2,5 milyonluk nüfus rezervinin yaklaşık 1 milyonunu Almanlara kaptırmışlardı…
Tam bu kısma değinmişken İkinci Schleswig-Holstein Savaşı’nı anlatan 2014 yapımı
8 bölümlük 1864 dizisini bu savaşın atmosferini yaşamak isteyenler için tavsiye ediyoruz. …
Kardeşlerin Savaşı
Danimarka’dan alınan topraklar 1865 Gastein Anlaşması ile iki Alman devleti olan Avusturya ve Prusya arasında paylaşıldı. Paylaşım yapılmıştı yapılmasına ama bu süreçte yaşanan fikir ayrılıkları zaten aralarında uzun süredir ikilik olan kardeş devletlerin arasını iyice açtı.
İşlerin çatışma raddesine kadar varması Prusya’nın istediği bir şeydi.
Gücünü Danimarka’da test eden Prusya, artık Konfederasyonun asıl gücü olduğunu Avusturya’ya gösterebilirdi. Avusturyasız bir Almanya düşünen Bismarck, savaşa girişmeden önce siyasi ortamı ülkesinin çıkarına uygun şekilde düzenlemeye başladı…
İngilizlerin olası savaş karşısında tarafsızlığını sağlamak kolaydı. Çünkü Avrupa’nın ortasında iki Alman devletinin birbirini yemesi onların işine gelirdi. Rusya ise zaten tarafını seçmişti. Çıkacak savaşta, Prusya lehine sessizliğini koruyacaktı. Burada asıl problem Fransa’ydı. Fransa’nın Avusturya ile müttefik olması durumu Bismarck’ı korkutmaktaydı.
Aynı zamanda Alman başbakan Avusturya’ya karşı İtalya’yı da kesinlikle yanında istiyordu çünkü rakibi çift taraflı sıkıştırmanın tek yolu buydu. İtalya’nın kalbine giden yolda ise yine Fransa’dan geçmekteydi.
Bismarck, yıl içerisinde 3.Napolyon ile gizli bir toplantı yapıp onu tarafsız kalmaya ikna etti.
Bismark, Napolyon’a kabataslak şunları söylemişti: Bir, bu savaş bir Alman milli meselesidir Fransa karışmasın. İki, olası Prusya Zaferinde Fransa’ya da toprak düşebilir. Üç, Fransa kurulacak İtalya-Prusya ittifakına müdahale etmezse zafer sonrası Venedik İtalya’ya bırakılacak Avrupa’nın tek kurnazı Bismarck değildi elbet.
3.Napolyon’un Prusya lehine tarafsızlığı kabul etmesinin altında başka çıkarlar yatıyordu.
İmparator basitçe şu şekilde düşünmüştü: Bir, Almanların birlik olmasındansa birbirlerini yemesi daha evladır.
İki, Prusya Avusturya kadar güçlü bir devlet olmadığı için düşmanını yemesi aylar hatta yıllar sürer. Bu durumda iki taraf da yıprandığında Fransa’nın Ren kıyılarını alması için ortam doğar. Üç, oldur da güçsüz olan taraf Prusya zafer kazanırsa Venedik Napolyon aracılığımla İtalya’ya kalır ve Fransa da uydusu olarak gördüğü İtalya üzerindeki etkinliğini arttırır.
Bismarck Napolyon’u oyun dışında bırakmayı başardıktan sonra İtalya ile masaya oturup 1866 Nisanında ittifak anlaşmasını imzaladı.
Sular çok hızlı ısınınca da Prusya ortadaki sebepleri bahane gösterip 14 Haziran 1866’da Avusturya’ya savaş ilan etti. Anlaşma uyarınca İtalya da güneyden saldırıya geçti.
Alman krallıklarının çoğu ise herkesin savaşı kazanır gözüyle baktığı Avusturya’nın yanında yerlerini aldılar. Prusya Genelkurmay başkanı ve savaş planının mimarı General Montke tüm gücü 4 orduya böldü. Hızlı ve disiplinli olan Alman ordularının 1 tanesi konfederasyon kuvvetleri ile savaşmak için ayrıldı.
Bu ordunun karşısında Hannover, Saksonya, Bavyera, Württemberg, Baden, Hesse-Darmstadt ve Nassau kuvvetleri vardı. Hedefi bu ufak grupların birleşmesini engelleyerek rakiplerini lokma lokma sindirmek olan Main Ordusu canını dişine takıp savaşırken asıl muharebe doğuda yapılmaktaydı…
Savaşın başında Avusturya sınırına 3 ordu yığan General Montke tertibatı şu şekilde yapmıştı.
Sağ kanatta von Bittenfeld komutasında Elbe Ordusu, ortada Prens Frederick Charles komutasında 1.Ordu ve en solda Veliaht Prens Frederick William’ın yönettiği 2. Ordu yerini aldı. Karşıda ise sol tarafta 1.Avusturya kolordusu ve Prens Albert’ın yönettiği Saksonya ordusu bulunmaktaydı.
Bohemya’da ise General Benedek’in yönettiği Avusturya Merkez ordusu vardı.
Kuzeyden bağımsız olarak bir de İtalya ile savaşması için ayrılmış Güney ordusu mevcuttu.
Alman sağ kanadı hızlı bir iletileme ile Saksonya’yı 5 günde ele geçirip buradaki orduları geri püskürttü.
Sonrasında Moltke, 22 Haziran’da Bohemya’nın işgal emrini verdi. 3 Prusya ordusu ilerlerken en büyük korku Avusturyalıların tecrit edilmiş olan 2.Ordu’ya saldırıp bunları yok etmesi ve savaşı kazanmasıydı. General Benedek’in planı da bu yöndeydi
ama komuta kademesinde çıkan tartışma yüzünden ana odak batıdaki orduları durdurmaya çevrilince fark edilmeden büyük bir fırsat kaçırıldı. Prusya ordularına karşı ayın hem doğuda hem de batıda 26’sıyla 29’u arası üst üste yenilgiler alan Avusturya orduları birleşip Königgrätz’e doğru çekildi.
Amaçları bu bölgede tutunup düşmana mukavemet göstermekti. Prusya orduları gelip Avusturyalıları sarınca 3 Temmuz’da savaşın asıl kazananını belirecek Königgrätz Muharebesi başladı…
Düşmanıyla ilk teması kuran 1.Prusya Ordusu ve Elbe ordusu, Avusturyalıları tutundukları tepeden atabilmek için hamle yapmayı düşünse de güçlü Avusturya topçusu ilerleyişe bir türlü izin vermedi. Düşmanı tutunduğu yerden atması gerektiğini bilen Avusturyalılar, piyade alaylarını ileri sürse de büyük bir hüsrana uğradılar. Çünkü kendi ellerindeki Lorenz marka önden doldurmalı tüfeğe karşı Prusyalılarda daha hızlı doldurulabilen ve tüm savaş boyunca farkını göstermiş “zündnadelgewehr” yani Dreyse Needle Gun vardı. Savaşın kazananının belki olmadığı, iki tarafın da kritik anlar yaşadığı vakitlerde Avusturyalılar süvarilerini kullanmakta çekinince muharebe çıkmazı uzadıkça uzadı. Bu çekince Prusyalıların kazancı oldu ve geçen süre içerisinde yardıma yetişen Prusya 2. Ordusu, Avusturyalıların sağından çok sağlam bir saldırı gerçekleşti. Kanattan gelen saldırı ile çok fazla kayıp veren Avusturyalılar ağır bir yenilgi alıp apar topar Viyana’ya doğru çekilmeye başladı.
Tüm savaşın kazananı görünüşe göre Prusya olacaktı….
Güney cephesine bakacak olursak İtalyanlar maalesef hem denizde hem de karada Avusturyalılar karşısında tutunamayıp yenildi. İtalyanların bu savaşta yaptıkları tek şey, düşman birliklerinin bir kısmını aldığı yenilgilerle güney cephesinde oyalamak oldu.
Ama tabii İtalyan yenilgilerine rağmen Prusyalılar savaşı kazanmaktaydı. İmparator Franz Joseph, Königgrätz’de alınana mağlubiyet sonrası Viyana’ya yürüyen Prusya’yı durdurmak için barış çağrısında bulundu. Prusya kralı ve askeri kanadı barışı reddedip düşmanlarını tamamen sindirmek isterken Bismarck buna karşı çıktı. Prusya, Avusturya’yı yenerek istediğini almış, Alman devletlerinin asıl lideri olduğunu kanıtlamış ve imparatorluğun gururunu yeterince kırmıştı. Daha fazla ilerlemeye gerek yoktu.
Bismarck’ın uyguladığı satranç teorisine göre tüm ülkelerle her şartta masaya oturabilecek diplomasi yolları açık tutulmalıydı. Eğer daha ileri gider ve Avusturya’nın nefretini kazanırlarsa bir daha bu ülkeyle masaya oturamazlar ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan ebedi bir düşman kazanırlardı. Uzun tartışmalar sonrasında Bismarck önerisinin kabul edilmemesi halinde intihar edeceğini söyleyince herkes başbakanın bu konuda ne kadar kararlı olduğunu anladı ve Avusturya ile barış yapılması kararlaştırıldı. Böylece Prusya, istediğini alarak yıllarca bitmez denilen savaşı 1 ayda bitirerek mükemmele yakın bir zafer kazanmış oldu. Bu savaşın asıl büyük kaybedeni, oynadığı kart elinde patlayan Fransa oldu.
Şaşkınlık içinde olan 3.Napolyon’un hiçbir öngörüsü tutmamış, Prusya 1 ayda her şeyi paket edip bitirmişti. Görüldüğü gibi ipteki iki cambazdan biri olan Napolyon düşmüş, diğeri Bismarck ise hala ipin üstünde şovuna devam etmedeydi…
Zafer sonrası Kuzey Alman Federasyonunu kuran Bismarck’ın Kan ve Demir politikasının sıradaki hedefi başını taşlara vurmakla meşgul olan Fransa olacaktı… 2.Bölüm beğenilerinize bağlı olarak kısa sürede yayında olacaktır.
M.Ö. 1050-247 yılları arasında Çin Devleti’ni, kimi tarihçilerin Türk dediği Chou (Çao) hanedanı yönetiyordu.
Chou Devleti, merkeze şeklen bağlı derebeyliklerden meydana geliyordu, devlet kendi içinde bir bütünlük arz etmiyordu. Derebeyliklerin sayısı da gittikçe artıyordu.
M.Ö. 500 yıllarında Çin’deki derebeylik sayısı 1000’e ulaşmış bulunuyordu.
Mö.3 yy sonlarına doğru otoritenin iyice zayıflamasıyla bu derebeyleri birbirini yok etmeye başladı. Böylece ortaya birbirlerini lokma lokma yiyerek genişleyen daha büyük devletler çıktı.
Kendi dışındaki varlıklarla çok ilgilenmeyen Çinliler, kuzeylerindeki kavimlerle de savaşmak zorunda kaldı.
Çünkü Kuzey Çin’deki iç mücadeleye, Çin’in kuzeyinde bulunan kavimler de karışmışlardı.
Esâsen Çin tarihinde en çetin savaşlar, Kuzey Çin’deki devletlerle kuzey kavimleri arasında cereyan etmiştir.
Çin’in kuzeyinde “Hien-yün veya Hun-yü” adıyla anılan Hun Türklerinin ataları bulunuyordu.
Kökenleri tartışmalı olan Hien-Yünler, Orhun ve Selenga ırmağı arasında yer alıyordu.
Ötüken merkezli olan siyasi birliğin ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu.
Tarım ve diğer ekonomik faaliyetler az denecek kadardı.
Hayvanlardan elde ettikleri ürünler ise, Hunlara uzun süre geçinmeleri için yetmiyordu.
Daha başka ürünlerle desteklenmesi gerekiyordu.
Öte yandan, Çin ülkesi tarım ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliği bakımından son derece geniş imkânlar sunmaktaydı.
Bunu fark eden Hunlar, gözlerini Çin üzerine çevirdiler. Onlar, yaşayabilmek ve geçinebilmek için Çinlilerin birikmiş mallarını ve servetlerini ellerinden almak zorundaydılar.
Böylece Hunlar, ekonomilerinin eksiğini, sık sık düzenledikleri akınlarla Çin’den temin etme yoluna gitmişlerdir.
Üstelik Çinlilerin kolay bir av oluşu, Hun Türklerini bu akınlara özendirmiş ve teşvik etmiştir.
Çin yıllıklarının kesin kayıtlarına göre, Hunlar, ilk defa M.Ö 318 yılında devletlerarası mücadelelere katılmaları dolayısıyla görülür.
Onlar, bu tarihte dört Çin beyliği Han, Chao, Wei ve Ch’u ile bir ittifak kurarak, başka bir Çin beyliği olan Ch’in’e saldırmışlardır.
Bu olay bize, M.Ö. IV. yüzyılın sonlarından itibaren devletlerarası ilişkilerde yerini almış, güçlü bir Hun Devletinin bulunduğunu göstermektedir.
Hun akınlarının önemini ilk kavrayan ve bu hususta köklü tedbirlere başvuran Çin Chao Kralı Wu-ling’dir.
Chao Devleti, Kuzey Çin’de, Tai bölgesinden Kansu bölgesine kadar uzanan Sarınehir havzasına hâkim bir devlet idi. Yani, Hun Türkleri ile sınır komşusu idi. Bu yüzden Chao Devleti’ne ait topraklar Hun akınlarının ilk hedefi durumundaydı. Chao Kralı Wu-ling, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için Tai bölgesinden başlayıp Yin-şan sıradağları boyunca devam eden büyük bir sur inşa ettirdi.
Wu-ling aynı zamanda Hunlarla savaşabilmek için zorda olsa askerlerini onlara benzetti.
Chao Devleti’nin savunma faaliyetlerine Ch’in Devleti büyük bir gayretle devam etti. Çünkü, Chao Devleti’nin yaptığı surlar ve diğer tedbirler Hunları sınırlarda durdurmak için yeterli olmamıştı. Birçok derebeyliği ortadan kaldırmak suretiyle Çin tarihinin en güçlü merkeziyetçi idaresini kuran Ch’in Kralı Shi-huang (M.Ö. 221-210), bütün güç ve enerjisini bu savunma faaliyetleri üzerinde topladı. O, tıpkı Chao Kralı Wu-ling gibi büyük emek ve sermaye harcayarak, yeni surlar yaptırdı. Bu surlar, yapımı 600’lü yıllara dek sürecek Çin Seddi’nin temellerini teşkil ediyordu. Çin Chao ve Ch’in Devletlerinin gerek surlar yaptırmak suretiyle gerekse reform mahiyetinde aldığı muazzam tedbirler etkisini gösterdi.
Hun orduları sınır boylarında durduruldu ve hatta sınırların ötesine atıldı. Hunlar, Kuzey Çin’deki Ordos gibi en iyi otlaklarını kaybettiler.
Bu durum Hun ekonomisini oldukça sarstı. Daha da kötüsü, Hunlar açlık tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Nitekim Çin Yıllıklarında M.Ö. III. yüzyılın sonuna doğru Hunların komşuları arasında zayıf bir duruma düştükleri belirtilmiştir.
Bu sırada Hunların doğu komşuları Tung-hular, güneybatı komşuları Yüe-çiler ve güney komşuları da Ch’in Devleti idi. Hunların başında da, “büyüklük ve genişlik” anlamında “Şan- yü” veya Tan-hu unvanını taşıyan Tuman bulunuyordu. Tuman, güçlü komşu devletlerarasında âdeta sıkışmış bir durumdaydı. M.Ö. 210 yılında büyük Çin imparatoru Shi-huang’ın ölümü üzerine Ch’in Devleti’nde karışıklık başladı. Tuman, tarihin önüne çıkardığı fırsattan yaralanmasını bildi; hemen ordularını alarak, Kuzey Çin’e indi; eski otlaklarının bir kısmını tekrar elde etti.15 Çin ülkesinin içine doğru yaptığı akınlarla ekonomik durumunu düzeltti. Fakat her şeyin iyiye gittiği bir sırada, Hun hanedanı ağır bir krizle sarsıldı. Bu kriz, Tuman ile oğlu ve veliahtı Mao-tun arasındaki taht mücadelesiydi. Çinli tarihçilerin Mete’nin gençlik hayatı hakkında toplayabildikleri en önemli bilgi, bir komplo olayının hikâyesinden oluşmaktadır.
Hun Hükümdarı Teoman oğlu Mete’ye karşı düzenlediği komplo Çin yıllıklarında şöyle anlatılmaktadır: “Tuman’ın adı Mete (Batur veya Bagatır) olan büyük bir oğlu vardı.
Daha sonra o, kendisine bir oğlan doğuran özellikle sevgili bir hanım aldı. Artık o, Mete’yi ortadan kaldırmak ve yerine küçük oğlunu koymak istiyordu. Bu yüzden o, Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak gönderdi. Mete, Yüe-çilerin yanında rehin bulunduğu sırada, Tuman ansızın onlara saldırdı. Bu sebepten Yüe-çiler Mete’yi öldürmek istediler; halbuki o iyi bir at aldı ve memleketine kaçtı. Tuman, oğlunun kabiliyetini taktir etti ve idaresine on bin atlı verdi”. Kısaca özetlemek gerekirse; Teoman büyük oğlu ve veliahtı Mete’yi yeni karısından doğan oğluna tercih etmiş Ve onu Yüe-çilere yollamıştı. Kendisi de iki millet arasındaki düşmanlığı gerekçe gösterip rakibe saldırdı. Asıl amaç düşmana saldırıyorum bahanesiyle Mete’yi ortadan kaldırmaktı. Olaya erken uyanan Mete ise bir yolunu bulup saldırıdan kaçıp babasının yanına sağlam bir şekilde geldi. Durumu belli etmemek için Hükümdar, oğlunu tebrik etti ve emrine bir tümen verdi. Mete, resmen tarih sahnesine böylece çıkmış oldu.
Hun hükümdarı Tuman, oğlu Mete’yi bertaraf etmek için kurduğu komplonun oğlu tarafından ustalıkla ve olağanüstü bir başarıyla bozulduğunu görünce, tavır değiştirip, onu ödüllendirmek yoluyla meseleyi unutturmak ve kapatmak istemiştir. Mete ise, babasının aksine bu meseleyi unutmak ve kapatmak niyetinde değildi. Emrine verilen askerlerle bir darbe yapma uğraşına girdi. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin Yıllığında şöyle anlatılmıştır: “Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte o maddeyi vurmaları gerektiğini emretti.
Bunu yapmayanın başını kesecekti. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. O, kısa bir süre sonra oku ile kendi sevgili eşini vurdu. Bu defa da maiyetinden bazıları donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi.
Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurduğu zaman, maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine tamamen güvenebileceğini öğrendi.
Sonra o, babası ile ava gitti ve Hun hükümdarı (Şan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini öldürdü ve kendisini Hun hükümdarı (Şan-yü) ilân etti”.
Böylece Mete Han M.Ö. 209 yılında Hun hükümdarı olmuştu.
Mete disipline çok önem veren bir hükümdardı. Ordusunu 10’luk sisteme göre düzenledi ve ardı arkası gelmez talimlerle bir el hareketiyle ölüme yürüyecek bir ordu oluşturdu.
Asya’nın hatta dünyanın en katı ve disiplindi kara ordusunu oluşturmayı daha o yıllardan başarmıştı. Ardından gelecek olan tüm Türk liderleri, kendilerine örnek olarak Mete’yi alacaktı. O kadarki günümüzde Türk silahlı kuvvetlerinin kuruluş tarihi Mete’nin tahtı ele geçirdiği tarih olarak kabul edilmektedir.
Mete’nin Hun tahtına çıktığı sırada Hun Devleti’nin doğusunda proto-Moğol bir kavim olan Tung- hular, güneyinde Han sülalesinin temsil ettiği Çin Devleti, güneybatısında da Hunlar ile akraba oldukları sanılan gayet güçlü Yüe-çiler bulunuyordu. Tacı yeni ele geçiren Mete, güçlü komşusu Tung-hu kavminin beklenmedik ağır siyasî baskısına maruz kalmıştır.
Tung-hular, Hun tahtına genç yaşta birinin çıkmış olmasından yararlanarak, Hun ülkesini
istilâ etmek istiyorlardı. Bu amaçla Mete’ye elçiler yolladılar. Elçiler kabul edilemez isteklerle Mete’yi kışkırtmaya çalıştı. İlk önce Mete’den atını istediler.
Tüm kurultay reddetmesine rağmen Mete, ‘Komşumdan bir atı mı esirgeyeceğim’ diyerek atını verdi. Genç hükümdarı kızdırmak isteyen Tung-hular, bu sefer Mete’den karısını istedi.
Kurultay küplere binmiş teklifi reddederken Mete, ‘Komşumdan bir kadını mı esirgeyeceğim’ diyerek hanımını yolladı. Hemen sonrasında gelen elçiler, bu sefer de iki devlet arasındaki kurak bir araziyi istedi. Mete, işte o anda ‘devletin temeli olan toprağı biz nasıl veririz?’ diyerek teklifi reddetti. Aslında Mete ilk iki teklifi, rakibe güçsüz olduğu izlenimini vermek ve yeni iç savaştan çıkmış ordusunu hazırlamayabilmek için kabul etmiştir. Üçüncü ve kabul edilemez teklif üzerine büyük bir baskın harekâtı için doğuya giden Mete, hazırlıksız olan Moğollara saldırdı. Tung-hular rakiplerini küçümsemekle gösterdikleri ihtiyatsızlığın bedelini
çok ağır şekilde ödemişlerdir. Mete’nin sürpriz baskını karşısında şaşkına dönmüşler, kendilerini savunmaya bile fırsat bulamamışlardır. Atlarının üzerinde yıldırım gibi gelen Hun cengâverlerinin delip geçen oklarına hedef olmuşlardır. Kimse teslim alınmamış, kimseye de merhamet gösterilmemiştir. Ancak Hun atlılarının hedefini şaşmaz oklarından zamanında kaçabilenler canlarını kurtarabilmişlerdir.
Diğer taraftan elde edilen ganimet muazzamdı. Mete, Tung-huların bütün mal ve servetine sahip olmuştur. Yenilenler ise uzun yıllar dağlarda, ormanlarda korku içinde yaşadılar. Tung-hulardan sonra sıra Yüe-çilere gelmişti. Yüe-çiler, Hunların güneybatı komşuları idi.
Yin (Yin-shan) ile Tanrı dağları arasındaki sahalarda oturuyorlardı. Geniş ve verimli toprakları vardı. Üstelik Doğu-Batı arasındaki transit ticarete ve kültür akışına aracılık eden İpek Yolu’nun önemli bir kısmı Yüe-çilerin ülkesinden geçiyordu. Bu yol üzerinde çeşitli kavimlerin ticaret kolonileri bulunuyordu. Bu bakımdan Yüe-çiler Asya kıtasının zengin ve kültürlü kavimlerinden biriydi. Biraz yukarıda belirtildiği gibi, Mete de, veliahtlık yıllarında Yüe-çilerin yanında bulunmuş; kendilerini ve ülkelerini yakından tanıma fırsatı bulmuştu.
Özellikle o, Yüe-çilerin oturdukları bölgelerin ekonomik gücünü medenî üstünlüğünü görmüş ve değerini ve önemini çok iyi anlamıştı.
Diğer taraftan, Yüe-çiler arasında çok miktarda Hun boyu yaşıyordu. Yüe-çiler de tıpkı Tung-hular gibi Hunları küçümsemişlerdi. Mete gibi, rakip tanımaz bir liderin bu durumu içine sindirmesi mümkün değildi.
Öte yandan Yüe-çiler, Hunların Kansu bölgesi üzerinden Çin’e giriş yollarını kapatıyorlardı.
Mete, büyük Tung-hu baskınından döndükten sonra gerekli hazırlığını yaptı ve Yüe-çilerin üzerine yürüdü. Vurduğu bir darbe ile Yüe-çileri yerinden oynattı; daha doğrusu onları göçe zorladı. Hunların Çin’e giden akın yollarını açtı.
Mete’nin gücü karşısında dayanamayacaklarını anlayan Yüe-çiler ise, ülkelerinin doğu bölgelerini terk ederek, batıya kaydılar.
Mete’nin Yüe-çiler üzerine yaptığı sefer, Tung-hular üzerine yaptığı baskın harekâtı gibi bir imha ve fetih hareketi olmamıştır.
Görüldüğü gibi o, Yüe-çileri yenmek ve gücünü onlara tanıtmakla yetinmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki, Mete, Yüe-çiler karşısında gücünü fazla yıpratmak ve fazla zaman kaybetmek istememiştir.
Çünkü onun önünde Çin gibi daha büyük bir hedef ve daha büyük bir rakip bulunuyordu.
Mete, Çin seferine çıkmadan önce, devletin kuzey ve kuzey batısında bulunan kavimleri de itaat altına alarak, arkasını emniyet altına almak istiyordu.
Hun Devleti’nin kuzey ve kuzeybatısında “Hun- u, K’ut-sa, Ting-ling, Kırgız, Sin-li” gibi Türk soyundan ve Hunlarla akraba olan kavimler bulunuyordu.
Mete, ordusu ile kuzeye doğru yürüdü; bunları birer birer itaat altına alarak, hepsini Hun Devleti’nin çatısı altında topladı.
Bu, hiç şüphesiz, Mete’nin Hun idaresi altında büyük Türk birliğini kurma politikası için atılmış büyük bir adımdı. Artık, Altay dağlarının batısındaki ülkelerin ve kavimlerin dışında bütün Orta Asya Mete’nin hâkimiyetine girmiştir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse Mete, Orta Asya’nın en büyük gücü haline gelmiştir.
Çin yıllığının ifadesine göre “Hunların bütün soylu büyük kişileri Mete’nin hâkimiyetini tanımışlar ve onu en büyük Şan-yü olarak yüceltmişlerdir” Mete, Türkçe konuşan tüm boyları tek bir bayrak altında toplamayı başarmıştı. Mete, Tung-huları ve Yüe-çileri birer birer yenip, doğudan ve batıdan kendisini güvenlik altına aldıktan sonra Çin’e yöneldi. Amacı, Hunların daha önce Çin’e kaptırmış olduğu kuzey Çin’deki otlaklarını geri almaktı. Ordusu Kuzey Çin’e giren Mete, Pe-yang kralını yenerek, büyük dirseği içinde bulunan Ordos bölgesine sahip oldu. Bundan sonra Mete, doğuya doğru ileri harekâtına devam etti. Sarı nehrin büyük dirseğinin doğusunda bulunan Yen ve Tai ülkesini ele geçirdi. Buradaki kale ve sınır tahkimatlarını birer birer düşürdü. Buna karşılık, Çin’in mukavemeti çok zayıftı; bazı yerlerde ise hiç yoktu. Hatta Çin Han iktidarının hâkimiyetini kabul etmeyen bazı Çin derebeyleri Mete’nin himayesine girerek, ona bu harekâtında destek bile veriyorlardı. Bu durum da Mete’nin işini bir hayli kolaylaştırıyordu. Böylece, bu askerî harekâtın sonucunda hemen hemen bütün Kuzey Çin Hunların hâkimiyetine geçti. Hun halkının sürüleri de eski otlaklarına tekrar kavuştu. Daha önemlisi Çin Devleti’nin kuzey bölgelerindeki bütün ticaret ve askerî ikmal yolları Mete’nin kontrolü altına girdi. Görüldüğü gibi, Mete’nin Kuzey Çin üzerine düzenlediği sefer geçici bir yağma akını değildi; bu gerçek bir fetih hareketi idi.
Zaten, Mete’nin amacı da, bölgeye tamamen yerleşmekti. Üstelik burası, eskiden beri Hunların otlak yerleri idi.
Eski çağlardan beri burada gerçek Çinli bulunmuyordu. Halkı da karışıktı.
Bölgenin batısında Tibet, ortasında Hun, doğusunda da Moğol boyları çoğunlukta bulunuyordu. Kuzey Çin’in elden çıkması ve tamamen kaybedilmesi, Han sülalesinin kurucusu İmparator Kao’yu harekete geçirecekti elbet. Çinliler ve Türkler arasındaki büyük savaş için artık her şey hazırdı.
1789 yılında dünya tarihinin en önemli olaylarından biri gerçekleşti. Fransa monarşisi temelinden sarsılmış, pek çok şeyi değiştirecek olan ihtilal ateşi tüm ülkeyi sarmıştı. İhtilal, her yeni adımı ile monarşiyi zayıflatıyor ve asırlardan bu yana kökleşmiş kurumları yıkıyordu. Bunun yanında ihtilal, yeni bir dünya vizyonu ve bir devlet anlayışı ortaya çıkarıyordu. Pek âlâ, bu yeni fikir akımları Avrupa’nın diğer toplumlarını da etkileyebilir ve Fransızlardan esinlenerek başka toplumlar da, kral ya da imparatorlarına karşı harekete geçebilirlerdi.
İşte bu korku, bir anda tüm Avrupa hükümdarlarını sarıverdi. Avrupa ülkeleri, ihtilal Fransa’sına karşı cephe alınca kıtada hava bir anda bulutlandı. Görünüşe göre şimşekler çakacak, yıldırımlar düşecek ve kıta Avrupa’sında yağmur başlayacaktı…
Fransa Kralı 16.Louis’in(Lui) ihtilalcilerden kaçma teşebbüsü ve Haziran 1791’de yakalanması savaşa evirilecek sürecin ilk adımı oldu.
Avrupa liderleri, ilk kez bir Kral’ın, ayaklanan bir milletin önünde aşağılandığını görüyordu.
Bu, onları dehşete düşürdü…
Bir şey yapmalıydı, yoksa hepsinin sonu 16.Louis gibi olabilirdi….
Bu olaya tepkisini ilk koyan Prusya ve Avusturya oldu.
Rus Çariçesi de bu ikiliyi devamlı kışkırtıyordu.
Çariçenin amacı, bu iki devlet Fransa ile uğraşırken, Polonya topraklarından arzuladığı lokmayı yutmaktı.. Sardunya, İspanya ve Napoli kralları da devrimcilere karşı girişimde bulunulmasını istiyorlar, fakat daha küçük çaplı ülkeler olduklarından çekiniyorlardı.
İngiltere ise şimdilik ortamı koklamakla yetiniyordu.
Osmanlılar ise Avusturya ve Rusya ile yaptığı savaştan daha yeni çıkmıştı ve kendi yaraları ile ilgilenmekteydi…
Saksonya’da toplanan Prusya kralı ve Avusturya imparatoru,
bir bildiri yayınlayarak Fransa’ya müdahale edilmesi gerektiğini kararlaştırdı.
Bildiride monarşinin diriltilmesinden söz edilmesi ve hele Kralcılardan bir ordu kurulmak istenmesi, İhtilalcileri kızdırdı.
Fransız Yasama Meclisi’nde savaş taraftarları artmaya başladı…
Mecliste savaş görüşmeleri yapılırken Avusturya ve Prusya resmi olarak müttefik oldular.
İhtilalcilerin ültimatomlarına II. Leopold yerine geçen II.François cevap bile vermeyince Fransa, Nisan 1792’de Avusturya ve Bohemya Kralı II. François’ya savaş ilan etti.
Yeni yapılan anlaşma gereği Prusya’da Avusturya’nın yanında savaşa girdiğini açıkladı.
Ve böylece Fransız Devrim Savaşları başladı. Fransa savaşa perişan bir vaziyette girdi. Elde düzenli bir ordu yoktu.
İhtilalden sonra asiller ordudan çıktığı ya da çıkarıldığı için subay ihtiyacı had safhada idi.
İhtilalin ardından kurulan Garde Nationale kıtaları ise disiplinsiz, düzensiz ve tecrübesizdi.
Hükümette ise para ve askerleri donatacak imkan yoktu. İttifak ordusunun başkomutanı Prusyalı General Duc de Brunswick, birlikleri ile Fransa sınırlarını aşıp, karşısına çıkanları yendikten sonra, Paris’in yolunu tuttu. Fakat, ittifak ordularının ilerleyişi bundan sonra yavaşladı. Çünkü amaç Fransa’yı işgal değil, İhtilalcileri caydırmaktı. Ek olarak Avusturya da askeri açıdan hep iyi sinyaller vermiyordu. Avusturya, daha bir yıl önce, Osmanlı ile savaştan çıkmış ve yorgundu. Üstüne bir de Rusya’nın fırsatçılığı vardı.
Almanlara gazı veren Rusya, onlar batıda savaşırken Osmanlı ile savaşı bitirip Polonya üzerine yoğunlaşınca, Avusturya ve Prusya’nın odağı bir anda buraya kayıverdi.
Bu sebeplerden dolayı Duc de Brunswick, ilerlemek yerine bir bildiri ile karşı tarafa gözdağı vermek istedi.
28 Temmuz 1792’de yayınlanan bildiride General, Paris ve Fransız halkından krala itaat etmelerini istedi.
Bu hamle ile farkında olmadan ittifak güçleri kendi topuklarına sıkmıştı.
Bildiri, kızgın ihtilalcilerin Fransız milliyetçiliğini ve vatanperverliğini harekete geçirdi.
Danton hükümeti, bütün Fransızları orduya katılmaya davet etti ve büyük bir seferberlik ilan etti.
Benzeri daha önce görülmemiş bir şekilde, genç yaşlı demeksizin her Fransız, orduya koşmaya başladı.
İhtilalin doğurduğu yeniliklerden birisi de aslında buydu.
Yurttaş-asker fikri ortaya çıkmıştı ve Fransa’nın Avrupa’ya karşı en büyük kozu da bu olacaktı…
Yenilenen kanla beraber Fransızlar, 20 Eylül 1792’de Valmy Muharebesi’nde Brunwick’in ilerleyişini durdurdu.
Bu onların savaştaki ilk büyük galibiyeti idi.
Aynı günlerde toplanan Yasama Meclisi de artık monarşiyi tamamen kaldırıp cumhuriyeti ilan etti ve Fransız ordusuna, ihtilal fikrini yayma görevini verdi.
İşte şimdi, işler daha da kızışmıştı…
Valmy’den sonra Fransız orduları, meydanda başarılı olmaya başladı.
Kasım 1792’deki ]emmapes Muharebesi’nde Avusturyalıları yenip, bugünkü Belçika’yı ele geçirdiler.
Başka bir Fransız ordusu da Mainz şehrini işgal ederek, Ren’in sol kıyılarına indi.
Güney doğuda da Fransızlar, Nice ve Savoy kontluğunu aldı.
İşler iyi gidiyor, “Vive la Nation” nidaları savaş alanlarında yankılanıyordu…
İhtilali yayma fikri ile yanıp tutuşan Fransızlar, tüm Avrupa’yı karşılarına alarak ateşe odun atmaya devam etti.
Yeni rejimin ilk meclisi Konvansiyon, kral 16. Louis’in başını 1793 başında giyotine sürdü…
Kral’ın idamı ve yaşananlar İngiltere’de büyük endişe yarattı.
İhtilalciler fazla ileri gitmeye başlamıştı…
İngilizlerin işe karışacağını gören Fransa, vakit kaybetmeden yılın başında Britanya ve Hollanda’ya savaş ilan etti.
Takiben İspanya, Hollanda, Napoli, Toskana, Venedik ve Papa da Fransa’ya karşı savaşa dâhil oldular.
4 Yıl önce bir vergi meselesinden başlayan olaylar, bir anda tüm kıtayı içine alan koca bir savaşa dönüştü…
Birinci Koalisyon’un teşekkülü ile Fransa’nın durumu yeniden kötüleşti, yenilgiler başladı.
Fransa Belçika’dan atıldı, İhtilal kuvvetleri Ren nehrinin sol kıyılarından çekildi.
Koalisyon, Alpler, Pireneler ve Alsas-Loren yönünden Fransa’yı işgale başladılar.
İktidardaki Jirondenler kötü bir savaş idaresi sergiliyordu.
Sınırdaki askerler itaatsiz, generaller ehliyetsiz ve savaş bakanları yetersizdi.
Hatta savaş bakanı Dumouriez, Avusturya’ya kaçtı. İşler, Fransa için yeniden tepe taklak oldu. Dıştaki sıkıntılar içeriye de sirayet etti.
Yıl içerisinde Vendee bölgesi; Bordeaux, Lyon, Marsilya, Nimes, Montpellier,
Caen ve Toulon gibi tek çok yerde kralcılar ve ılımlı cumhuriyetçiler isyan etti.
Ülkede, çok şiddetli iç savaş başlamıştı…
Tam da bu sıralarda, üyeleri arasında Robespierre ve Marat’ın da olduğu radikal cumhuriyetçi Jakobenler iktidara geldi.
Kötüye gidişi durdurmayı amaçlayan Jacobenler bunu kendi yöntemleri ile yapmaya karar verdi. Anayasayı kaldırıp İhtilal mahkemeleri kurdular. Her türlü kişi hak ve özgürlüğünü rafa kaldırdılar. Kendilerine muhalefet eden herkesi acımadan giyotine yolladılar.
Onlar acımasızlaştıkça isyanlar artıyor, isyanlar arttıkça onlar daha da acımasızlaşıyordu.
Vatansever duygularla başlayan devrim, sonunda, birbiriyle vahşi bir şekilde yarışan liderlerin kana susamış mücadelesine dönüşmüştü.
Fransa’yı ne cumhuriyetçiler ne de kralcılar yönetiyordu. Fransa’yı yöneten tek şey terör ve kargaşaydı. Nihayetinde bu isyanlar Paris hükümeti tarafınfan şiddet kullanılarak da olsa kontrol altına alınmaya başlandı.
Nantes, Caen, Bordeaux, , Marsilya ve Lyon gibi kentlerdeki isyancılara boyun eğdirildi.
Pek çok şehirde kitleler katledildi; hatta hızını alamayan Konvansiyon, şehirlerin ismini dahi yeryüzünden silmeye kalktı.
Başarıya ve Paris’te Robespierre’in radikal rejim düzenine rağmen Cumhuriyet, bu sefer Toulon’da şiddetli bir isyanla karşılaştı.
Şehirdeki muhalifler, çevre şehirlere yapılanları görünce isyan edip kentteki Jakoben ve cumhuriyetçileri asmış, üstüne İngiltere’den yardım istemişti.
İngiltere’nin Akdeniz filosu, Lord Hood önderliğinde bu önemli liman şehrine doğru harekete geçti. Kısa süre sonra İspanya’dan gemiler ve Napoli ile Sicilya’dan gelen askerler de
Ağustos 1793’te şehir limanına vardı. Koalisyon kuvvetlerinin varışıyla
Toulon, İngiliz çıkarları için çok iyi bir fırsat yaratmış oldu.
Onlar, bu noktayı ellerinde tutmanın zaferi getireceğine inanıyorlardı…
Bir yandan isyanlarla, bir yandan ekonomik krizle, bir yandan da kapıdaki düşmanla uğraşan Jacobenler, Toulon’u cezalandırmak için kolları sıvadı.
Koalisyon güçleriyle ve Toulonlularla ilk mücadeleye girişen Marsilya’daki isyanı bastıran J.F.Carteaux oldu.
General, Eylül ayında şehrin etrafını temizleyip kuşatmayı başlattı.
Fakat generalin elinde, gerçek anlamda profesyonel bir subay kadrosu yoktu. Kaldı ki kendisi bile asker değildi… Emri altındaki az sayıda gerçek subaydan biri olan topçu komutanı yaralanınca yerine birisinin tayin olması gerekti.
Ağustos-Eylül gibi kuşatma başladığında, Koalisyonun yaklaşık 17 bin askeri varken Fransızların 35 civarı askeri vardı.
Fransızlar şehri ve limanı 3 tarafından kuşattılar.
Fakat generallerinin asker olmayışı çok fazla hata yapmalarına neden olmaktaydı.
Kuşatmanın uzaması sonucu komutanlar bir bir değişti ve sonunda General Jacques François Dugommier başa getirildi.
Koalisyon ise şehre ve bölgedeki tepelere hâkim olmasına rağmen asker sayısı bakımından az olduğu için ilerleyemiyordu.
Ama düşman tarafından limandan atılma tehlikesi de yaşamıyordu.
Herkesin şehri düşürmek için planlar kurduğu sırada, tüm fikirleri değiştiren topçu kumandanının sözleri oldu…
Korsikalı İtalyan bir ailenin oğlu olan Napolyon, kuşatma boyunca emirler yağdırıp sürekli koşuşturmuş, her koşulda özveri ile çalışması sayesinde komutanlarının takdirini kazanmıştı.
Jacobenlere yakınlığı ile bilinen bu topçu subayı,
ihtilalin getirdiği rüzgârı arkasına alıp yükselmeye ve hayallerini gerçekleştirmeye çok hevesliydi. Binbaşının planı çok basitti. O, “Hem iç hem de dış limana hâkim La Grasse Burnu’nu alın.
Gemileri defedin, o zaman geride asker kalmayacaktır.” diyordu.
Paris’ten gelen temsilciler onun planına gülerken General Dugommier, planın işe yarayabileceğini düşündü.
General, inisiyatifi genç komutana bırakıp planın tatbikine onay verdi…
17 Aralık 1793 gecesi Napolyon topçularına ateş emri verdi.
Topçular yağmur altında yoğun bir şekilde La Grasse Burnu’ndaki mezileri dövmeye başladı.
Kısa süre sonra Fransızlar, komutanlarının emri ile süngü takıp hücuma kalktılar.
Var güçleri ile saldıran ihtilal askerleri, düşmana ağır bir darbe vurdu.
Hemen arkasından Binbaşı Napolyon’un önderliğinde ikinci dalga hücuma geçti.
Tepelerde geçen şiddetli çatışma sırasında binbaşının atı vurulurken kendisi ise kalçasından yaralandı.
Ölümün eşiğinden dönen Napolyon ve askerileri, nihayetinde İspanyol ve İngilizlerin aylardır tuttuğu mevzileri ele geçirmeyi ve onları geriye atmayı başardı.
Napolyon’un planı işe yaramış ve düşman savunması çökmüştü…
Amiral, limanı ve şehri hemen boşaltması gerektiğini, yoksa gemilerin vurularak yok edileceğini anladı.
Evet, Koalisyon filoları bu andan itibaren Napolyon’un topçularının menzilindeydi ve ateşe başlanırsa filolar tamamen kaybedilebilirdi.
18 Aralık’ta çok sayıda Toulonlu mültecinin de yer aldığı İngiliz donanması,cumhuriyetçilerin top ateşi altında şehirden uzaklaştı.
Zafer Fransızlarındı….
Jakobenler şehir halkını en ağır şekilde cezalandırma yoluna giderken
İngilizler ise büyük bir fırsatı kaçırdıklarını anladılar.
Toulon üzerinde ülkedeki tüm isyanlar desteklenebilir, belki de ihtilal bile devrilebilirdi.
Fakat bu başarılamamıştı ve bunu engelleyen kişi, düşük rütbeli topçu subayı Napolyon Bonaparte’tı….
“Toulon Kahramanı” olarak anılmaya başlayan genç Binbaşı, bir anda tuğgeneralliğe yükseltildi.
Ve daha 24 yaşındaydı….
Jakoben lider Robespierre’in kardeşiyle olan arkadaşlığı, sıçrayışının bu denli büyük olmasına sebep olmuştu.
Lakin bu arkadaşlık kısa süre sonra başına belalar açtı.
1794 yılında Jacobenlerin iktidardan indirilmesinin ardından hapse atıldı…
Zafer meydanlarında başına defne yapraklarından taçlar takılan Napolyon,
bir anda bileklerine prangalar takılarak hapis köşelerinde unutulmaya terkedildi….
Bakalım 25 yaşındaki Napolyon, ileriki süreçlerde neler yaşayacak, ne tür maceralara yelken açacaktı…..
Napolyon Savaşları serisinin devam videoları arada gelmeye devam edecek.
Kaçırmamak için kanala abone olup bildirim çanına tıklayabilirsiniz.
Paris’in Popüler Adamı
Hapse giren Napolyon’un hürriyetinden mahrum kaldığı günler çok da uzun sürmedi.
Kısa bir süre sonra lehinde ifade verenlerin ve tanıdıklarının sayesinde özgürlüğüne kavuştu.
Genç general, zincirlerden kurutulmuştu ama bir birliğin başına verilmemişti.
Belli bir süre Paris’te işsiz, gözden düşmüş ve başıbozuk bir şekilde gezip durdu.
Etrafındakiler iyi mevkilere gelip mutlu bir şekilde hayatlarına devam ederken o sahte gülücükler saçarak kaderinin kendisini nereye sürükleyeceğini düşünüyordu.
Toulon kahramanının yıldızı giderek sönmekteydi…
Napolyon’u şevklendiren ve işleyen çarklar sistemine tekrardan dahil eden şey, iktidar değişikliği oldu.
Savaş devam ettiği ve devrim tam oturmadığı için bu tarz değişikliklere sık rastlanmaktaydı.
Yeni hükümet, İtalya tarafında bir cephe açmak isteyince buraları bilen becerikli bir generale ihtiyaç duyuldu.
Oluşturulacak cephedeki ordunun harekât planını yapmak için İhtiyaç duyulan pozisyona Fransız Harbiye’si tarafından Napolyon Bonapart getirildi.
Genç general hızlıca planını hazırlayıp üst yönetime sundu.
Bazı generaller ve o günkü Direktuvar üyeleri planı parlak ama başarılması imkânsız olarak gördü.
Planı hazırlamasına rağmen Napolyon’un aklında başka bir şey vardı.
O Avusturya ve Rusya’nın arasının çok açıldığının farkındaydı.
Bu ikiliyi sıktırmak için Osmanlı’yı kullanmak çok stratejik bir hamle olabilirdi.
Eğer kendisi Osmanlı ordusunda görev alır ve topçu ocağının gelişmesi için gerekli ıslahatları yaparsa adı geçen iki devleti de Fransa’nın çıkarları doğrultusunda zorlayabilirdi.
Osmanlılar zaten uzun süredir askeriyesini Avrupa’daki gelişmeler doğrultusunda modernleştirmek adına Fransa’da subaylar talep etmekteydi.
Pek ala Napolyon’a da iyi bir maaş ve iyi bir mevki ile kabul edebilirlerdi.
Bonapart’ın Türkiye’ye gitmek istemesinin diğer bir sebebi de hareket etme özgürlüğüydü.
Eğer Asya’ya İstanbul’a giderse üstlerinin onu denetlemesi ve dizginlemesi arada Osmanlı bürokrasisi de varken çok zor olurdu.
Planı kafasında olgunlaştıran general, kardeşi ve kuzenini de yanına alarak Osmanlı topraklarının gitmek için kolları sıvadı.
Fakat Fransız savaş nezareti buna izin vermedi.
Ona burada ihtiyaçları olduğunu söyleyerek gidişine mani oldular.
Hâlbuki rakipleri uzaklarda rahat bir şekilde güçlenebileceği korkusuyla onun yolunu kesmeye çalışmıştı.
İki hafta sonra Paris karıştı… 30 bine yakın kral yandaşı ayaklanarak rejimi değiştirme isteğiyle sokaklara döküldü. Paris’te o sırada 5.000 Guard National askeri vardı ve bu isyanı bastırmak için yetersizdi. Direktuvar rejimi darbeyle yıkılacak gibiydi.
Hükümet köşeye sıkışmıştı….
Guard National komutanı beceriksizlik yapınca görevden alındı ve yerine birisinin gelmesi isin hükümet ile meclis üyeleri geceleyin toplantı.
Sabahleyin ayaklanan halk harekete geçtiğinde dananın kuyruğu kopacaktı.
Derhal bir şeyler yapmak icap ediyordu….
O sırada Napolyon tanıdıklarının çok olması sayesinde rejim birliklerinin komiserliği için kendisini teklif ettirdi.
Napolyon, kimsenin kendisine karışmaması şartıyla korkudan titreyen milletvekillerinin önünde görevi kabul etti.
Genç tuğgeneralin şapkadan tavşan çıkarıp hükümeti kurtarması için bir iki saatlik zamanı vardı.
Başarılı olamaması halinde ise büyük ihtimal darbeciler tarafından idam edilecekti….
Yedi senedir Paris halkı ne zaman silahlı çatışmaya kalkışsa, karşısında daima derme çatma hasımlar bulurdu;
ihtilâl de zaten böylelikle zemin kazanmıştı. Hâlbuki Napolyon daha farlı bir adamdı. Derhal top bulunması için emir verdi. Süvari subayı Joachim Murat sayesinde 40 top buldu.
Murat’ın getirdiği toplar Paris sokaklarının kritik noktalara yerleştirildi ve beklemeye geçildi.
Belli ki general halka ateş açacaktı….
Silahlı halk sabahın beşine doğru saldırıya geçtiği sırada bir anda toplar patladı, kaldırımlar kandan kızardı, halk şaşkın bir şekilde sağa sola kaçıştı.
Beklenmeyen top ve tüfek atışlarının altında kalan kral destekçileri çil yavrusu çiği dağıldı.
İki saat sonra ise sokaklar bir anda tenhalaştı…
Napolyon, topları sayesinde isyancıları dağıtmayı başarmış ve 1795 Ekim’inde darbeyi engellemişti…
O artık Paris’in en popüler adamıydı… Direktuvar’ın en güçlü direktörlerinden Bargas,
kısa süre sonra Tümgeneralliğe terfi ettirilmiş olan genç generali İtalya Orduları komutanlığına atamaya karar verdi. Sahaya inme vaktinin geldiğine kanaat getiren Bonapart,
1796 başlarında Nice’de bulunan ordu karargâhına doğru doğru yol aldı.
Hayatı boyunca aksiyon peşinde koşan Napolyon’un barut kokusu ve at kişnemeleri eşliğindeki valsi başlıyordu…
Görünürdeki tabloda, Fransa’nın asıl amacı merkeze konumlandırdığı iki ordusuyla saldırıya geçip Prusya ve Avusturya ordularını dağıtmak ve galibiyeti kazanmaktı. İtalya ordusu ise ikincil saldırı ve oyalama gücünü teşkil ediyordu. Yani İtalya ordusuna genel plan içerisinde çok da mühim bir rol verilmemişti.
General, Nice’e geldiğinde emrine verilen ordunun bir enkaz olduğunu anladı.
Ordu küçük müfrezeler halinde bölgeye dağılmıştı ve birlikler arasındaki iletişim kopuktu.
Düşmanın sayısal üstünlüğü ve çetelerin baskınları askerleri yıldırmış, herkesin moralini düşürmüştü.
Askerler açlıktan kırılıyor, subayların aylardır maaşları ödenmiyor, atlar dahi 1 yıldır gerektiği gibi beslenemiyordu.
Erlerin bir kısmında tüfeği geçin ayakkabı dahi yoktu.
Koca ordunun sevkiyat için sadece 200 katırı ve süvariler için 4000 zayıf atı vardı.
Askerler için yarımşar tayinden 1 aylık erzak ve gereksinimler için 300 bin frank mevcuttu.
General tam anlamıyla bir enkaz devralmıştı…
Tümen komutanları başta çocuk olarak gördükleri Napolyon’la dalga geçme eğilimi gösterseler de sonraki süreçte onun kararlılığını görünce tutum değiştirdiler.
Kararlı ve dinamik olan Napolyon,15 Nisan’a kadar her şeyin hazır olmasını emretti.
9 Nisan’da karargâhlarını Nice’den daha ileriye taşıyan devrim ordusu hedefini belirledi.
Alpleri geçip araları zaten bozuk olan Sardinya ve Avusturya ordusunu birbirinden ayıracaklar, sonra bir taraftan Avusturya ordusunu tutarken asıl kuvvetlerle Sardinyayı hemen aradan çıkartıp Kuzey italya’nın verimli topraklarına ineceklerdi.
Böylece ordunun tüm ikmal problemini çözecekler ve akabinde doğuya gideceklerdi…
Avusturyalıların sahildeki erken saldırısı üzerine şartlar değişince Bonapart, vakit kaybetmeksizin 11 Nisan’da saldırı emrini verdi.
Düşmanın iki ordusunun arasına girmek için kör noktayı önceden tespit eden Fransızlar, tüm birimleri ile verilen görevleri yapmaya başladı.
Tümenlerden birisi Argenteau ve 6 bin adamını geri atmak için saldırdı.
Montenotte adı verilen savaşta Napolyon ve ordusu ilk zaferini alıp Avusturya birliğini bulunduğu yerden geri atarak istenilen boşluğu yarattı.
Gelin görün ki Fransız birlikleri 24 saat boyunca rakip direncini kırıp ileri gidemedi..
Ertesi gün işler daha iyi gitti, Dego ve Coseria düştü.
Alp Dağlarındaki geçitler Fransız ordusuna böylece tamamen açılmış oldu.
Napolyon ana orduyla batıya giderken Dego’da bulunan Messena’nın gaflete düşüp baskına uğradığını öğrendi.
Sağında böyle bir tehlike varken ilerlemek istemeyen general, beklemeye geçti ve bölgeye takviye yolladı.
Böylece bir gün daha kaybetmişti.
Sonraki günlerde de ordu disiplinsizlik yüzünden ilerleyemeyince komutan, saldırılara iki gün ara verip tümenlere toparlanmaları için fırsat tanıdı. Ana iletişim hattını da Savona’dan Ormea’ya çekti.
Böylece Dego’nun stratejik önemi ortadan kalktı ve buradaki kuvvetleri ana saldırı için batıya çekti. 21 Nisan’da Mondovi’ye çekilen Sardinyalılara saldıran Devrim ordusu, burada en kritik zaferlerinden birisini kazandı.
Sardinyalılar yenilgi sonrası geri çekilirken Fransızlar ise ovaya indi.
Artık, yönetim kademesini en çok düşündüren açlık meselesi rafa kalkmıştı.
Askerler Piyemonte’un zengin ovalarında yağmalar yaparak moral ve erzak depolamaya koyuldular.
Mondovi yenilgisinden sonra müttefiklerinden ayrı düşmüş olan Sardinya’nın savunma direnci kırıldı ve 23’ünde barış istedi.
O sırada Fransızlar da ovaya yayılmaya devam edip konumlarını sağlamlaştırdılar.
28’inde Sardinya ile yapılan anlaşma sonucunda artık karşıda tek bir düşman ordusu kalmıştı.
Napolyon ilk etabı başarı ile bitirip ikinci evre için hız kesmeden seferine devam etti…
Küçük Onbaşı
Napolyon ordusunun yeni bir saldırı için organize ederken Avusturyalılar Po Nehri’nin ardına geçip savunma hattı kurdu.
Vuku bulan vaziyete göre Fransız general yeni planını devreye soktu.
Nehri geçmek için iki ana yol vardı.
Bunlardan Valenca düşmanın odaklandığı asıl nokta olduğundan Napolyon buraya sahte bir saldırı yapacak, hızlı olan birliklerini de süratle Piacenza üzerine yollayarak rakibi solundan saracaktı.
6-7 Mayıs günü derhal harekâtı başlattı. Çok hızlı bir şekilde Piacenza’dan geçiş yapılacağı sırada, düşman hamleyi fark etti. Avusturyalılar geçişi yavaşlatmak için kendi solunu sağlamlaştırırken ana hatlarını da çevrilmemek için hızla geri çekti.
7-9 Mayıs’ta gerçekleşen Fombio Muharebesi bu bölümdeki en mühim çarpışmayı teşkil etti.
Fransızlar zafer kazanarak nehri aşmayı başardıysa da rakip Adda Nehri’ne rahat çekildiği için Napolyon zaferden çok da memnun değildi.
Milan ve etrafı alınmıştı ama havzanın tamamında rahat edilebilmesi için düşman imha edilmeliydi…. Avusturyalıları takip için koşturan Napolyon, birlikleri ile 10 Mayıs’ta Lodi’ye vardı. Buraya gelindiğinde Fransızlar rakibe yetişemeyeceklerini anladılar, çünkü 10.000 Avusturyalı Lodi köprüsünü tutmak için bırakılmıştı.
Bu engeli aşmak hayli zor olacaktı… Sabah saatlerinde Devrim ordusunun öncüleri güneyden Lodi’ye sokuldu. Kasaba içerisindeki direniş kısa sürede kırıldı ve köprünün batısı temizlendi.
Öncüler sayı bakımından az olduğu için saldırmak yerine öğleden sonraya dek diğer birlikleri beklediler. Öğleden sonra, Fransız birliklerdeki topçular gelip nehrin karşısına ateş etmek üzere konumlandırılınca şiddetli bir savaş başladı. Fransız topçuları amansızca ateş ediyordu.
O kadar ki bir ara Banapart bir onbaşı gibi toplardan birinin başına geçip bizzat asker gibi savaştı.
Napolyon ve adamları aralıksız ateş ediyordu çünkü kısa süreli bir boşluk dahi rakibin 180 metrelik ahşap köprüyü imha etmesi fırsatını doğurabilirdi…
2000 kişilik süvari kolu, komut üzerine derhal kuzeye hareketlendi.
Bu birlik nehri kuzeyden atlarla geçecek ve Avusturyalıları kanatlardan vuracaktı.
Süvariler nehri geçiş için müsait yer ararken saat akşam 6’ya doğru köprü üzerinden saldırıya geçilmesi için bir piyade kolu teşkil edildi.
Gündüz saatlerinde topların başında koşturup duran general, bu sefer de saldırı için hazırlanan birlikle beraber hareket etmek için en öne geçti.
27 yaşındaki bu genç adeta çıldırmıştı. Bir general olarak ölüme gideceği çok belli olan bir birliğin başında en önde gitmeyi düşünüyor ve bunu askerlerine moral olsun diye değil kendi savaş arzusundan dolayı yapıyordu. Liderlerinin bu akla sığmaz cesareti karşısında diğer önemli subaylar da bizzat saldırı birliğinin içinde yer almak için koşturdu.
Askerler ise tezahüratlar arasında subayların isimlerini haykırıyor coştukça coşuyorlardı…
Avusturyalılar ise ellerindeki 14 topu ikiye bölüp köprüye ve karşı sahile yönlendirmişlerdi.
İki bölüm halinde düzene girmiş piyade hatları ise topların arkasında, biraz daha gerideydi.
Düşman toplarının menziline girmemek adına kendi toplarından uzaklaşmışlardı.
Avusturya top ateşinin seyrekleştiği esnada Fransızlar kasabadan hızlıca çıkıp taarruza geçtiler.
Köprünün tam ortasına vardıkları zaman Avusturyalılar salvo atışlarıyla tozu dumana kattı.
Pek çok kayıp veren köprü üstündeki birlikler, üzerlerine yağan toplardan korkup duraksadılar.
O anda arkadan koşturup gelen destek kuvvetler durumun toparlanmasını sağladı ve Fransızlar köprünün öte ucuna ulaşıp tutunma noktaları oluşturdular.
Irmağın batı sahilinden teknelere binen askerler de benzer zamanlarda karşı sahile çıkıp tüfeklerini kullanmaya başladı.
Geceleyin kuzeye gidip nehri geçme görevi alan Süvari kıtası da aynı zamanlarda Avusturyalıların sağ kanadına yaklaştı.
Geri çekilmeden dolayı bitkin ve aç olan Avusturyalıların top ateşleriyle zaten moralleri bozulmuştu.
Üstüne köprüden saldıran ve sahilden çıkarma yapan düşman, dirençlerini iyice düşürdü.
Tabii bir de sağ kanatlarından gelen süvariler tarafından biçilme korkusu artık savunma yapabilmelerine imkân vermiyordu.
Askerlerinin imha edilmesine göz yummak istemeyen Karl Sebottendorf, geride oyalama birliklerini bırakarak hızlıca çekildi.
Lodi Zaferi ile Napolyon’un özgüveni ve askerlerinin ona olan hayranlığı bir anda arttı.
Genç ve dinamik komutanlarının kendileriyle beraber en önde koşması askerlere ilham veriyordu.
Sadece askerlerin değil subayların da gözünde Napolyon giderek büyümekteydi…
Kazanılan zaferler Paris’i mutlu etmekle beraber rakipleri onun İtalya’da çok serbest olmasını ve kafasına göre hamleler yapmasını hazmedememiş olsa gerek hemen kuyusunu kamaya başladılar.
Genç Komutan sadece savaş alanında değil siyaset alanında da mücadele vermek zorundaydı.
Ama tabi sahada galip geldiği sürece siyaset ruletinde işleri de istediği gibi gitmekteydi…
Fransa ordusu Milan’a gelip tekrar ikmal yaptığı sırada Avusturya Generali Beaulieu, bu sefer Mincho Nehrini kendisini siper etmiş beklemekteydi.
Napolyon ve ordusu da 21 Mayıs’a düşmanıyla tekrar karşılaşmak için yola çıktı.
Yoldayken art bölgelerde isyan çıktığı haberini alınca derhal az sayıda adamla geri dönüp isyan eden tüm yerleşkeleri ağır şekilde cezalandırdı.
Onun savaş esnasında müsamahaya yeri yoktu…
28’inde ordusuna katılan General, taarruz emrini verdi.
Avusturya askerleri tüm geçitleri tutabilmek için küçük müfrezelere ayrılmışlardı ve uyguladıkları savaş taktikleri eskiydi.
Daha ileri teknikler kullanan ve en önemlisi de çok daha hızlı olan Fransızlar için nehri geçmek kolay oldu.
Her ne kadar Napolyon bir ara esir düşme tehlikesi yaşasa da durum istenildiği gibiydi.
Nehri geçen ordular ayrılıp farklı istikametlere doğru rakibi koşturdu.
Augereau Peschiera’ya, Sérurier Castel Nuovo’ya ve oradan Mantua’ya doğru ilerledi, Massena Verona’yı ele geçirdi.
Avusturya generali ise kuzeye doğru kaçmaktan başka bir çare düşünemedi….
Bu başarıyla İtalya Seferinin ikinci aşaması tamamlandı.
Mantua haricinde Lombard Ovası’nın tamamı Fransız kontrolü altındaydı, ancak zafer daha kesinleşememişti.
Çünkü Avusturya ordusu henüz gerçek manada büyük bir savaşa zorlanmamıştı.
Hem Avusturyalıların kaybedilen yerleri almak için bir hamle yapacağı kesindi.
Kuzeydeki Fransız ordularında işler iyi gitmediği için Almanların buraya takviye yollayabilme imkânlarının olduğu konuşuluyordu.
Üstüne Fransızların iletişim hatları uzadığı için problemler yaşanmaktaydı.
Art bölgelerdeki isyanlar desen her geçen gün artıyordu.
Kuşatılmış Mantua’yı da bir şekilde düşürmek lazımdı.
Görüldüğü üzere işler iyice çetrefilli bir hal alıyordu…
Şimdiye kadar başarıyla ilerleyen Bonapart, oturup yeni bir plan yapmalıydı.
Yoksa zorda kalacak, kazandıklarını kısa sürede kaybedecekti…..
General Bonaparte’nin saldırı kapasitesindeki nitelikleri yeterince kanıtlanmıştı;
şimdi, üstün düşman kuvvetlerine karşı stratejik bir savunmayı sürdürme yeteneği ciddi şekilde sınanacaktı….
Vikingler, Ortaçağ’da Avrupa’nın özellikle deniz kenarındaki yerleşimlerini istila eden ve yağmalanan İskandinav kökenli kuzey topluluklarıdır.
Viking kelimesinin anlamı nedir?
Kelimenin kökeni ve anlamı konusunda pek çok farklı fikir vardır.
“Körfezde saklanan korsan”, ”kamp kuran”, ”korsanlık” ya da “korsanlık yapma” gibi bir anlam taşıdığını iddia edenler dışında bu ismin Norveç’te bir bölgeden geldiğini iddia edenler de vardır.
Bu topluluklar farklı milletlerce “Dan, Norse, Kuzeyli, Nordmanni, Ascomanni, El-Madju, Rhos, Varangoi, Gaill, Lochlannach” şeklinde de ifade edilmiştir.
Vikinglerin ana yurdu neresidir?
Vikinglerin ana vatanları İskandinavya’dır. Norveç, İsveç ve Danimarkalı olan bu topluluklar, genelde kendi içlerinde farklı gruplara ayrılsalar da Avrupalılar hepsine genel olarak “Viking” demektedir.
Vikingler tarih sahnesine ne zaman çıkmıştır?
Yüzyıllardır İskandinavya’da yaşayan Vikinglerin Avrupalıların geri kalanıyla tanışması 789 yılına dayandırılır. Bir Anglosakson Kroniğine göre kuzeyden gelen üç gemi içerisindeki savaşçılar, Kral Beorhtric’in kâhyasını öldürmüştür. Bu onlar hakkında kayda düşen ilk bilgidir.
Viking İstilası nasıl ve ne zaman başlamıştır?
yüzyılda başlayan Kuzeyli istilaların bilinen ilki 793 yılında Britanya’nın Lindisfarne adasındaki manastıra yapılmıştır. Kuzeyli akınlarının sebebi, 7 ve 8. Yüzyıllarda İskandinavya’daki nüfus patlaması, gelişen batı Avrupa deniz ticaretinin korsanlık vasıtasıyla yeni bir ekonomik faaliyete kapı açması ve en önemlisi de Vikinglerin gemi yapımındaki gelişmişlik seviyesidir. Viking istilasının temeli olan bu araçlar, Kuzeylilerin evlerinden çok uzaklara gidip yağma yapmasına ve bu bölgeleri kolonileştirmesine olanak verdi.
Viking Çağı hangi zaman dilimlerini kapsar?
8 ve 11. yüzyıllar arasını kapsar.
Saga nedir?
Viking destanlarına saga denir. Kuzeyliler hakkında pek çok detaya bu eserler kaynaklık etmektedir.
Viking İstilası nereye kadar uzanmıştır?
Haritada görüldüğü üzere Vikingler gemilerinin ulaşabildiği her yere ulaşıp yağmalar yapmış ya da buradaki topluluklarla ticari ilişkiler kurmuşlardır.
Vikingler sadece yağma yapan barbar bir kavim midir?
Vikinglerin çoğu esasen çiftçi, balıkçı, tüccar, zanaatkâr, nalbant veya marangozdu. Öte yandan birçokları uygun vakitlerde denizaşırı akınlara da çıkıp iki şekilde de var olabilecek bir hayat yaşamayı başarmıştır.
Vikingler ne yer ne içer?
Sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yerlerdi. Sabahları ekmek, yulaf lapası, yulaf kurabiyesi, süt, söğüş ve meyve yerlerdi. Asıl öğün akşam yemeği sayılırdı. Herkes günlük işlerini bitirip eve toplandığında yenen yemek sabahkine göre daha zengin olurdu. Varlıklı bir çiftçinin akşam yemeğinde sosis, yumakta, balık, süt, et, soğan, mantar, peynir, elma, fındık, çilek, böğürtlen ve bal bulunurdu. Domuz, sığır, koyun, geyik eti ve kümes hayvanlarının eti haşlanarak ya da kızartılarak yenirdi. Yiyecekler; yabani pırasa, sarımsak, yaban turpu ve benzeri otlarla çeşnilendirilirdi. Tuzlarını ise deniz suyunu buharlaştırıp elde ederlerdi. Sütü sığır ya da koyun etinin yanında içerlerdi. Favori içecekleri arpadan ve şerbetçiotundan mayalanan biraydı. Birayı ahşap kupalarda ya da dekoratif içki boynuzlarında servis ederlerdi. Soyluların aynı içeceği gümüş ya da cam kaplardan tükettiği de olurdu.
Vikingler neye inanırdı?
Vikingler eski İskandinav tanrılarına inanan pagan bir topluluktu. Genelde tanrılarına antik bölgelerde; kutsal koru ve adalarda ibadet ederlerdi. Düzenli olarak ürün, hayvan ve hatta insan kurban ederlerdi. Onlar, yaşadıkları dünyaya Midgard diyor ve burada tanrıların koruması altında yaşadıklarına inanıyorlardı. Tanrıların kalesi Asgard’da yaşadığına inanılan bu mitolojik ilah topluluğuna Aesir denilmekteydi ve aralarındaki en önemlisi “Her şeyin Babası” Odin’di.
Vikingler nasıl evlerde yaşar?
Ortalama 50 metreye 5 metre şeklinde tasarlanmış dikdörtgen şeklindeki uzun ahşap evlerde kaşıyorlardı. Bu yapıların boyutları değişmekle beraber çatıları çimle kaplı olurdu. Evlerde özel olarak bölünmüş odalar bulunmazdı. Aynı zamanda ısı kaybı olmaması adına genelde evlerde pencere de yoktu. Barınakların temel ışık ve ısı kaynağı evin ortasına kurulu olan ocaklardı.
Vikinglerde kadının toplumdaki yeri nedir?
Kadın, neredeyse erkekle aynı statüdeydi. Evlenme, boşanma, mal edinme, miras bırakma gibi haklara sahipti. Kocaları deniz akınlarına çıktığında ev yönetimi ve evin korunması kendilerine kalan kadınlar, şiddet kullanmaktan da çekinmezdi. Uğraşları arasında kıyafet yapımı, iplikçilik, içecek mayalama ve yiyecek hazırlama olan kadınların nadir de olsa ticaret akınlarına katıldığı ve savaşarak özgür askerlere önderlik ettiği bilinmektedir.
Vikingler aralarında anlaşamayınca ne yapar?
Kendi aralarındaki sorunları ve yerel meseleleri “Thing” denilen kamusal toplanma yerlerinde çözerlerdi. Yerel açık hava meclisleri olan thingler, yılda en az iki kere toplanırdı. Her özgür çiftçinin bu meclise katılma hakkı vardı. Kadınlar thinge katılabilirlerdi ama oy kullanmazlardı.
Viking toplumunda nasıl bir hiyerarşi vardır?
Hiyerarşik piramidin en tepesinde krallar, onun altında aristokrat sınıfı oluşturan Jarl olarak bilinen geniş toprak sahibi kişiler, onun altında en geniş kitleyi oluşturan Bondiler ve en altta da hayvanla eşdeğer sayılan köleler vardı.
Jarl nedir?
Küçük fakat güçlü bir aristokrasi oluşturan Jarllar, büyük topraklara ve gelire sahip yerel beylerdi. Bu beylerin topraklarında yaşayanlar, onu hem manevi hem de askeri liderleri olarak seçiyorlardı. Jarl’ın görevi topraklarında yaşayan çiftçileri korumaktı. Karşılığında da kendi sorunlarında bu çiftçilerden ekonomik ve askeri destek alıyordu. Viking yelkenlilerinin yapımı için gereken finansmanı da yine bu egemen sınıf sağlıyordu.
Bondi nedir?
Viking toplumunun bel kemiğini oluşturan özgür toprak sahibi halka Bondi denirdi. Bunlar özgürce yaşar, tarım ve ticaretle uğraşır, inandıkları kralları ve Jarlları için savaşır, “thing”e katılabilir, bir lider etrafında toplanıp deniz yağmalarına çıkabilirlerdi. Bondiler özellikle gururlarına çok düşkünlerdi ve bu yüzden en ufak aşılayıcı harekette bile klanlar arasında kan davası başlayabiliyordu.
Viking akınlarının lideri kimlerdir?
Vikingler Avrupa kıyılarında ilk akınları düzenlediklerinde bu akınları Hersir denilen orta rütbeli savaşçılar organize etmekteydi. Bir “Hersir” tipik bir bağımsız toprak sahibi ya da yerel kabile önderiydi.
Vikingler bir yeri istila ettiğinde ilk olarak nereye saldırı ve nereyi yağmalar?
Vikingler gemilerini saldıracakları yerin sahiline demirlediklerinde ilk hedefleri hiç şaşmaz manastırlar olur. Çünkü en değerli malların buralarda olduğunu bilirlerdi.
Viking toplumu saldırgan mıdır?
Merkezi otoritenin bulunmayışı, onları şiddetten men edecek bir dini sistemin olmayışı; bireylerin, kabilelerin ve klanların şiddeti kurumsallaştırmasına yol açmıştır. Şiddet kuzeylilerin günlük yaşantısının bir parçasıydı ve Vikingler istila girişimlerinde dizginlenmemiş şiddete başvururdu. Bu da istilaya uğrayan toplumlar için korkunç sonuçlar doğururdu.
Vikingler savaşırken hangi silahları kullanırdı?
Uzun, düz, çift taraflı kılıçlar; maliyeti düşük olduğu için sıkça tercih edilen mızraklar, İskandinav tarzı süslü baltalar Vikinglerin başlıca silahlarındandır. Bu savaşçılar, örnekleri günümüze pek ulaşmasa da örme zincir zırh kullanırlardı. Kafalarına da çizgi filmlerde ya da eski filmlerdeki gibi boynuzlu miğferler değil, zaman zaman sabit vizörleri olan görünürdeki gibi miğferleri kullanırlardı. Kalkanlarının boyutları tam olarak tespit edilememekle beraber çoğunlukla oval kalkanlar kullanmaktadırlar.
Vikingler nasıl gemiler kullanmıştır?
Viking Çağı denilince akla gelen en önemli simge Viking yelkenli gemisidir. Kuzeylilerin bu büyük başarısındaki önemli pay, bu yüzen ejderlerindir. Denizi vatan olarak gören İskandinavyalıların yüzyıllardır denizle iç içe olması ve aralarındaki rekabet onların gemi yapımında gelişmesine yol açtı. Mühendislik olarak çağındaki Akdeniz gemlerinin çok üstüne çıkan bu sağlam, hafif ve hızlı gemilerin pek çok özelliği, onların her türlü suda yüzdürülmesini sağladı. Bu gemilerin kulanım amaçlarına ve kürek sayılarına göre sınıflandırılmış; Sexareingr, karvi, snekkja, skei, drekar gibi pek çok türleri bulunmaktadır. En fazla 70-80 savaşçı alabilen bu emsalsiz gemilere özel ismler de verilirdi. Kürekli At, Sörf Ejderhası, Haliç Geyiği, Okyanus Aşan, Büyük Yılan bunlara birer örnektir.
Vikingler nasıl savaşır?
Kuzeyliler aralarındaki sık çekişmelerden ve avlanma geleneklerinden dolayı sürekli savaşa hazırdırlar. Deniz savaşlarında deneyimli olan kuzeylilerin ana deniz savaşı taktiği gemilerini rakibin üzerine sürerek bordalama yapmaktı. Önce uzan mesafeden ok yağdırırlar, yaklaşınca bu yağmur mızrak ve taşlarla sürdürülürdü. İyice yakına sorulunca savaşçılar, kalkanları başlarının hizasına getirip bir set oluştururlardı. Gemiyle temas kurulunca da rakibin üstüne atlarlardı. Büyük deniz savaşlarında ise gemileri yan yana ya da kama biçiminde pruvalarından birleştirirler ve su yüzeyinde bir platform oluşturup deniz üzerinde karadaki gibi savaşma imkânı bulurlardı. Kara muharebelerinde Vikinglerin favori dizilimi skjaldborg yani kalkan duvarıydı. Bu diziim, birçok hattın ön safları oluşturan daha iyi donanımlı adamlarla beraber derinlemesine oluşturduğu derinlemesine bir falankstı. Bunun yanında Vikingler, Romalılardan öğrendikleri domuz dizilimini de kullanırlardı.
Berserker nedir?
Odin’e atfedilen olağanüstü güçlere sahip olduğuna, ayı kadar güçlü olduğuna, demirin ve ateşin ona işlemediğine, düşmanını tek hamlede alt ettiğine inanılan Viking savaşçılarına verilen isimdir. Bu savaşçıların kurt postu giyerek çılgına dönmüş bir şekilde savaştığı ve hatta kalkanlarını ısıracak derecede kontrolden çıktıklarına inanılır. Hatta İngilizce’de aşırı derecede öfkelenmek, çılgına dönmek durumunu karşılayan “berserke dönmek” şeklinde bir deyim vardır.
Valhala nedir/neresidir?
İskandinavlar, öldürülen cesur savaşçıların Odin’in onları beklediği “Öldürülenlerin Salonu”nda yani Valhala’da tekrar dirileceklerine inanırlar. Sonrasında buraya girmeyi hak edenler kıyamette yani Ragnarok’ta Odin’le omzu omuz savaşma şerefine ulaşacaklardır. Buna inanan Viking savaşçıları Odin’in ordusuna katılabilmek adına ölümden ve savaştan çekinmezler, meydanlarda korkusuzca savaşırlardı.
Vikingler savaşlarda ne tür sancak ve bayrak kullanırdı?
Rakiplerini korkutmak amaçlı sancaklar taşıyan Vikinglerin kuşkusuz en sık kullandıkları sembol “kuzgun”du. Bir kuzgun kanat çırparsa Vikinglerin zafer kazanacağına inanılırdı.
Vikingler kent ve kasabalarını nasıl savunurdu?
Vikingler şehir ve kasabalarını Trelleborg tarzı denilen ahşap ve yüzük biçimindeki tahkimat sistemleri ile korurlardı.
Amerika’yı ilk keşfeden aslında Vikingler mi?
Evet, Kristof Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler yeni kıtayı keşfetmişti. 870’li yıllardan itibaren İzlanda’ya yerleşen Kuzeyliler, Kızıl Erik vasıtasıyla 980’li yıllarda tesadüfen Grönland’ı keşfedip burada iki koloni kurmuştur. Ardından Erik’in oğlu Leif Erikson, 1000’li yılların başında bugünkü Kanada sahillerine ulaştı. Koloni kurmaya çalıştığı yere de “Vinland” adını verdi. Ama Vikinglerin bu yarı efsanevi keşfinden bir avuç Vikingli hariç insanlığın geri kalanı haberdar olmadı.
Ayasofya’daki Viking yazısının sırrı nedir?
Ayasofya’nınüst katındaki balkonun mermer parapetinde runik harflerle “Halvdan buradaydı” şeklinde kazınmış bir yazı vardır. Bu yazıyı Viking çağında İstanbul’a paralı asker olarak gelmiş bir savaşçının kazıdığı düşünülmektedir.
History Channel’ın Viking dizisindeki karakterler ne kadar gerçek?
Dizinin ana karakteri Ragnar Viking sagalarında geçen yarı efsanevi yarı gerçek bir karakterdir. Oğulları Bjorn, İvar, Sigurd, Ubbe gibi karakterler de eski Viking yöneticileridir. Kimilerine göre Ragnar’la kan bağları olmasa da kendilerini Ragnar’la bağlantılı göstermişlerdir.
Viking Çağı nasıl kapandı?
11.yüzyılda İskandinavya’daki kralların güçlenip merkezi otoritelerini arttırmaları ve Hristiyanlığın bu bölgede yayılması ile Viking Çağı kapandı.
Birçoklarına göre tarih, yazı ile başlar…. Yazıyı bulanlar ise Mezopotamya’nın kadim uygarlığı olan Sümerlerdir…
Dünya’nın bilinen en eski uygarlıklarından olan Sümerler, Mezopotamya’nın güneyinde tarımla uğraşmakta ve etrafı surlarla çevrili şehirlerde hayatlarını idame ettirmekteydiler.
Merkezi devlet kavramı olmadığı için şehir devletleri düzeyinde yapılanmış olan bu topluluğun belli başlı yerleşim yerleri Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur’dur.
Bölgeye hayat veren Fırat ve Dicle nehirleri arasında giderek gelişen Sümerler,
bölgede yaşayan birçok farklı kavimden daha öne çıkmış ve sonraki medeni oluşumların temelini atmıştır.
Bugünkü Irak’ın güneyinde Sümer uygarlığı varlık gösterirken Sami kökenli olduğu düşünülen Akadlar, artan nüfuslarının ve aralarında yaşadıkların problemlerin etkisiyle ana yaşam alanları olan Arabistan Yarımadasından ayrıldılar.
İlk büyük Sami göçü dediğimiz bu olayla MÖ. 3000-2850 yılları arasında Fırat nehrinin batısındaki çöl bölgesine gelip Sümer toplumu ile komşu oldular.
Sümer şehir devletleri o dönemlerde kendi aralarındaki hâkimiyet mücadeleleri sebebiyle yıpranmışlardı.
Dış müdahalelere açık duruma gelen şehirler birbirleriyle savaşırken güçlerini haddinden fazla harcadılar.
Oluşan bu boşluktan yeni komşuları Akadlar nasiplendi.
Akadlar başlarda Sümerlerin bağ ve bahçelerinde çalıştılar ve krallara asker olarak hizmet ettiler.
Fırat kıyılarından Mezopamya’ya bu şekilde giriş yapmaya başlayan Akadlı göçmenler, yabancı ve nüfus bakımında az oldukları için başta yeni geldikleri bu topraklarda siyasi bir varlık gösteremediler.
Zamanla, Sami kökenli göçmenler sayıca arttılar ve bölgede kayda değer bir nüfuz oluşturdular.
Aynı zamanda artan nüfusla beraber bu iki toplum arasında kültür alışverişi de üst düzeye çıktı ve kaynaşan kültürlerin yansıması; sanat, mimari ve günlük hayat gibi alanlarda kendini gösterdi.
Dışarından gelen bu yabancı insanların sayılarının artmasıyla Güney Mezopotamya’nın kuzey kısımlarında Sami dilini konuşan Akadlar çoğunluk haline geldi.
Akadlar böylece Sümerlerin kuzeyinde yaşayan bir toplum kimliğini kazandılar.
Buraya yerleşmekle beraber göçlerini devam ettiren topluluk, Mezopotamya’nın kuzey kısımlarına da yayıldı…
Karışıklığın ve savaşın hüküm sürdüğü Er Sülaleleri Devri’nin sonuna doğru
Sümer kent kültürünü benimsemiş olan Akadlar artık bulundukları şehirlerin krallıkları dahi olmaya başladı.
Bölge kuzeyinde Akadlar varlıklarını sağlamlaştırırken güneyde ise MÖ. 2358–2334 yılları arasında Umma kralı Lugalzagesi adından söz ettiriyordu.
Umma Kralı, Uruk kralı Urukagina’yı tahtından indirip Mezopotamya’da Uruk dâhil pek çok Sümer kentinin yönetimini ele geçirdi. Uruk’u da kendisine başkent yaptı.
Güçlü yayılması sayesinde ilk kez merkezi krallık kavramını insanlık tarihine sokan Lugalzagesi, tarihin unutulmayacak isimleri arasına böylece girdi.
Sümer toplumunu birleştiren kral, kuzey komşuları üzerinde de yoğun baskı kurdu
ve pek çoğuna boyun eğdirdi. Onun baskısı altında olan Akad şehit devletlerinden birisi de Kiş’ti. Akadların egemenliklerini ilk kurduğu bu kenti Ur-Zababa yönetmekteydi.
Lugalzagesi’nin kendisine er ya da geç saldıracağını bilen kral, bu musibeti def etmek için askerlerinin başına Sargon’u getirdi.
Sargon’un gerçek adı bilinmemekle beraber doğumu hakkında pek çok efsane de mevcuttur.
Yetim olan Sargon; küçük yaşlarda kralın sarayına girip şarabdarlığını yapmış, sonrasında ise komutanlığa kadar yükselmişti.
Büyük Sümer Kralı, Kiş’i almaya geldiğinde Sami ordusunun başında işte bu komutan vardı…
Zeki ve becerikli bir asker olan Sargon yapılan savaşta rakibini çok büyük bir yenilgiye uğrattı.
Bu şok edici zaferden sonra savunmada kalmak yerine ilerlemeyi dercin eden Sargon, ardındaki orduyla tüm Sümer şehir devletlerine tek tek boyun eğdirdi.
Basra körfezine dek ayak basılmadık yer bırakmadı.
Antik tabletlere göre o ve askerleri kılıçlarını Basra’nın suyunda yıkamışlardı.
Güney Sümer ülkesini tamamen ele geçiren Sargon, efendisine olan bağlılığını bozup aldığı topraklarda krallığını ilan etti.
Böylece MÖ. 2334 yılında Akad Krallığı kurulmuş oldu.
Savaş sonrası yıkılan şehirleri tekrardan ayağa kaldıran Sargon, kısa süre sonra Kiş’i ve diğer Sami şehirlerini de ele geçirdi.
Agade(Akkad) şehrini inşa ettirip kendisine başkent olarak seçti.
Böylelikle o, kuzeyin Samileri ile güneyin Sümerlerini tek bir idare altında birleştirdi.
Sümer uygarlığının fikri altyapısından aldığı ilhamla merkeze bağlı kuvvetli bir devlet kurmak isten Sargon, hâkimiyeti altındaki yerleri yerel hanedanlara değil kendisine bağlı valilere verdi.
Ayrıca sürekli yanında olan ve onun asıl gücünü teşkil eden 5.400 kişilik prototip bir düzenli askeri birlik oluşturdu.
Günlük dilde Akadca kullanmanın yanında Sümer dilinin de pek çok alanda varlığını sürdürmesini sağladı.
Kral, mabetler yapıp tanrıları hoşnut etmek için binlerce kurban sunmayı da ihmal etmedi.
O çağlarda devlet lideri aynı zamanda halkın dini lideri de sayıldığı için bu tarz konular çok önemliydi.
Şarru-kenu yani Sargon adını tahta geçtikten sonra aldığını bildiğimiz yeni kral, sadece yüksek kültür alanının siyasal anlamda birleştirmekle yetinmedi. Daha da genişleme arzusundaydı.
Önce ekonomik ilişkilerin sağlam olduğu Elam diyarına yürüdü.
Elam’ın güçlü kentleri Awan ve Warasha’yı yenip onlarla saldırmazlık anlaşması yaptı. Susa’yı ise direk eyaleti yaptı. Buradan elde edilen kıymetli taş ve maden artık Akad diyarına akacaktı.
Aynı zamanda İndus ırmağı civarından gelen kervanların ekonomik karı da artık Akadlarındı.
Doğunun ardından batıya da ilerleyen kral, Fırat ve Dicle’nin önemini bildiğinden
bu nehirlerin yukarı kısımlarındaki şehir ve ticaret noktalarını alarak Kuzey Suriye’ye girdi.
Buradaki kavimlere boyun eğdirip Amanoslara ve Toros Dağları’na kadar vardı.
Toroslardaki gümüş ile Amanoslardaki sedir ağaçları Akad’ın zenginliğini birkaç kat daha arttırdı.
Uzun bir saltanat süren Sargon, Akdeniz’e dayanmanın yanında rivayetlere göre Girit ve Kıbrıs’a dahi gitmişti.
Bu rivayetlerin doğruluğu bilinmese de ufak bir donanması olduğu bilinen Kral,
Basra körfezinin kıyılara yakın olan adalarını deniz seferleri ile aldı.
Ticaretin kilit rolünü kavrayıp Anadolu’ya Akadlı tüccarları yolladı. Sargon, fetihleri ve yaptıklarıyla bir çığır açtı. Kendisinden önce hiç kimse böyle büyük bir işe kalkışmamış,
bu denli geniş topraklara ve farklı milletlere hükmetmemişti. O, tarihin ilk imparatoruydu….
Akkad orduları merkezden çok uzak bölgelere sefer yapabilmişti
ama o çağlarda buraları uzun süre kontrol altında tutabilmek imkânsızdı.
34’dan fazla savaşa katıldığı söylenen “Savaşın Kralı” Sargon’un yaşlanması da eklenince sorunların başlaması kaçınılmaz oldu.
Kendisini eleştirenler artmış, isyan alevi tüm imparatorluğu sarmıştı.
Üzerine kıtlık da eklenince iş çığırından çıktı ve düzen bozuldu.
Tam o sıralarda 56 yıl hüküm sürmüş olan Sargon, bir suikast sonucu öldürüldü.
Arkasında ise büyük ama yönetilmesi çok zor olan bir imparatorluk bıraktı…
MÖ 2284’te tahta Sargon’un büyük oğlu Rimuş geçti.
O sırada devlet çok zor bir durumdaydı.
Her yerde isyan çıkmıştı. Valiler, yerel beyler, halk farklı sebeplerle isyan etmişti.
Kimse Akad yönetimini istemiyor, herkes eski düzelene dönmek istiyordu.
İsyanların artık baş edilemez olması üzerine, kardeşi Maniştuşu’yu doğu ve kuzeydeki isyanları bastırmakla görevlendirdi. Kendisi ise batı ve güneyle ilgilendi.
O, zorlanmasına rağmen babasının mirasını parçalanmaktan kurtardı.
Rimuş krallığının 8.yılında kardeşinin içinde bulunduğu bir suikastla öldürüldü.
Yerineyse onu öldürten küçük kardeşi Maniştuşu geçti.
Eski çağ devletlerinde her taht değişimi beraberinde büyük isyanlar getirirdi.
Bu yazısız kural, Maniştuşu başa geçerken de değişmedi.
Zaten kaynayan kazan iyice fokurdamaya başladı.
Güneyde Sümerler, Doğuda Elamlılar, Kuzeyde Asurlular,
Batı da Kuzey Suriye’nin yerel şehirleri isyan bayrağını ardı ardına çekti.
Kral, 15 yıllık hükümranlığında babasının ve ağabeyinin devletinin parçalanmaması için çırpındı durdu.
Rimuş ve Maniştuşu babaları gibi parlak krallar olamadılar ama dağılmanın önüne geçtiler.
Bu ikisinin devri bitince MÖ 2260 civarında başa Sargon’un torunu Naram-Sin geçti….
Her zaman olduğu gibi iktidar değişince büyük isyanlar tekrar patlak verdi.
Kral Naram-Sin’in ifadesiyle tüm ülke ona karşı başkaldırmıştı.
Sümer şehir kralları Kiş’te toplanıp isyan ettiler.
Benzer şekilde Elamlılar da bağımsızlığa meyletti.
Kuzey Suriye’deki yerel hanedanlar da kaosu fırsatı çevirmek için kolları sıvadı.
Ülkesi elinden kayıp giden Naram-Sin dedesinin projesini tekrar diriltip daha da ötesine geçmek istiyordu.
90 bin kişi olduğu söylenen ordusuyla sayılamayacak kadar sefer yaptı.
İlk iş Sümerlere kudretini tekrar hatırlattı.
Ardından Kuzey Suriye’de elden çıkan yerleri aldı ve üzerine Elba Krallığı’nı yenip kendisine bağladı.
Oradan dönen kral çok çetin savaşlar sonrasında Elamlıları da yenmeyi başardı.
Dört iklimin kralı unvanını kullanmaya başlayan Naram-Sin,
dağ toplumu Lullubilerin üzerine sefer düzenleyip, onları ağır bir yenilgiye uğrattı ve topraklarını kendisine bağladı.
Durmak bilmeyen Kral uzun hükümranlığında Kenan diyarlarını da kendisine bağlamayı bildi…. Şanına şan ününe ün katan Naram, ülkesine zirveleri yaşatmaktaydı…
Antik çağın en kudretli ve popüler liderlerinden Naram-sin’in, dedesi Sargon’dan farklı bir özelliği vardı.
O da kibirdi!…. Zenginliğin ve zaferin tadıyla mest olan ulu kral bir noktadan sonra kendisini tanrı ilan etti.
Ölümsüz olduğunu ve asla yenilemeyeceğini tüm dünyaya duyurdu.
“Ben tanrıyım” diyen Naram-sin kendisini tanrı gibi resmettirmekten de geri durmadı.
Kral, kendisini bir ilah ilan etmekle yetinmeyip
Sümer dininin önemli tanrılarından Enlil’in Nippur’daki mabedini de yıkıp
Sümerlilere hakaretin en büyüğünü yaptı.
Son faaliyeti halkın gözünde Adage’nin Laneti denilen sonun başlangıcına yol açacaktı…
Uzun yıllar hüküm süren ve ülkesini şimdiye dek kimsenin görmediği kadar büyüten ve geliştiren Naram, elleriyle kurduğu imparatorluğun çöküşünü de bizzat gözleri ile gördü.
O dönemlerde yaşanan çok geniş çaplı bir kıtlık, devletin sonunu getirdi
Uzmanlar tarafından neredeyse bir iklim değişikliği sayılan bu doğal afet ortamında binlerce insan susuzluktan ve açlıktan helak olurcasına hayatını kaybetti. Binlercesi de çevre bölgelere akın akın göç etti.
Tüm zenginliğini ve insan gücünü kaybeden Naram-sin, son yıllarında üzerine yamalı elbiseler giyecek kadar fakirleşti.
Krallığın ise kıtlıktan dolayı iç ve dış tehlikelere karşı koyacak gücü kalmamıştı.
Otoritenin azalması ile beraber bağlı halklar da birer birer bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Özellikle güneyde Sümerlerin 3. Ur Hanedanı ile tekrar yükselişi, yıkılışın sebeplerinden oldu.
Son büyük darbe ise Zagros Dağları’ndan aşağılara –Mezopotamya’ya- inen Gutiler oldu.
Kökeni tartışmalı olan Gutiler, Akad ana vatanına ağır baskılar yapınca krallık iyice çözüldü.
Naram-Sin’in sonu bilinmese de ondan sonra yerine MÖ 2223-2217 arasında oğlu Şar-Kali-Şarri geçti.
Devlet Mezopotamya’nın dışındaki topraklarını kaybetmiş olduğu için yeni lider,
sadece “Akad Kralı” unvanını kullanmakla yetindi. Babasından kalan sorunlar içerisinde ayakta durmaya çalışan Şar-Kali-Şarri; uzun yıllar Elamlılar, Sümerler ve Gutilerle savaşmak zorunda kaldı.
Hepsini bir şekilde bertaraf ederek belli bir süre daha krallığın varlığını korumayı başardı.
Onun M.Ö. 2195 civarı ölümü ise devleti iyice kargaşaya sürükledi.
Ülke belli bir dönem başsız kaldı.
Ardından sırasıyla başa gelen Elulu, Dudu ve Şu-Turul;
Orta Babilonya’da ufak bir krallık olarak 45 yıl kadar daha tutundular.
Fakat güneyden gelen Sümer baskısına ve doğudan gelen Guti akınlarına daha fazla dayanamadılar.
Gutiler son Akad kralı Şu-Turul’u Agede’de sıkıştırıp onun hayatına ve krallığına son verdiler. En nihayetinde MÖ 2150 civarında, insanlığın ilk imparatorluğu bu şekilde tarih sahnesindeki görevini tamamladı ve yok olup gitti…
Babürlerin Hindistan’da inşa etmiş oldukları Taç Mahal İslam’ın dünyada en çok bilinen anıtlarından birisidir. Hindistan’ı sonsuza kadar değiştiren Babürlerin ortaya çıkarmış oldukları bu eser aşk uğruna inşa edilmiştir.
Babür İmparatorluğu‘nun hükümdarı Babür Cengiz Han ve Timur’dan etkilenerek Hindistan’a gelir. Babür hindistanı alarak bir hanedanlık kurmuştur. Babür Hindistan’a yerleşmesine rağmen burayı sevmemektedir. Yinede buraya orta Asya’ya benzer yapılar kurarak kalıcı olmayı hedeflemiştir. Babürlerin Hindistan’da yaptıkları en önemli eserlerden birisi Hümayun Türbesi’dir. Bu türbe o dönemde inşa edilmiş en büyük türbedir. Babürler Hindistan’da kalıcı olduklarını simgeleyen daha birçok eser ortaya koymuşturlar.
Hindistan’da Babürlü güçleri bir araya getirerek Babür İmparatorluğu‘nu ortaya çıkaran kişi Ekber Şah’tır. Büyükbabası gibi Babürlerin sınırlarını genişletmeye devam etmiştir. Ekber Şah bu bölgede yeni bir şehir inşa etmiştir. Bu şehirde yapılan yapılarda sadece Hint kültürü değil atları olan Moğolların da etkisi görülmektedir.
Bu dönemde Hindistan’daki Babürler suni Müslüman iken nüfusun %90’ı Hinduizm dinine bağlıdır. Babürler burada gerçekleştirdikleri Tasavvuf inancı ile her dinden insanı bir arada yaşamasını sağlamışlardır. Ekber Şah tüm dinlerin bir arada yaşanabileceği bir ortam yaratmaya çalışmıştır. Aynı zamanda dinler arasında evliliğe de teşvik ederek insanlar arasında bir etkileşim oluşturmaya çalışmıştır. Babürler hiyerarşik bir toplumu kontrol etmektedirler. Bunun izlerini Agra kalesi gibi yerlerde görebilmekteyiz.
Babürler imparatorluğu bünyesinden bulunan halkına eşit davranarak imparatorluklarını güçlendirmişlerdir. Ekber Şah’ın torunu Şah Cihan döneminde Babür imparatorluğu sadece altın çağına girmekle kalmadı ve dünyanın da dikkatini çekmeyi sağlamışlardır. Şah Cihan ataları gibi Hindistan’da kendi izlerini bırakmak istiyordu. Agra kalesinde büyükbabasının yapıtına eklemeler yaptı. Onun döneminde Hindistan oldukça zengin ve lüks bir hayat yaşamaktaydı.
Şah Cihan imparatorluğunun başkentini Agra’dan Delhi’ye taşımıştır. Burada da eserlerin yapımına devam edilmiştir. Bunlardan en önemlileri ise Cuma Mescidi ve Kızıl Kale eserleridir. Bu dönemde Delhi şehri dünyanın en büyük ve en ihtişamlı şehri olarak durmaktaydı.
Şah Cihan en önemli ve en çok ses getiren eserini ise Agra nehri kıyısına yaptırmıştır. Tac Mahal’i on dördüncü çocuğunu doğururken ölen eşi Mümtaz Mahal uğruna yaptırmıştır. Şah Cihan’a göre burası hayalindeki cennetin bir tasviriydi ve burada her şey simetrik olarak inşa edilmiştir. Bu yapıt hem Şah Cihan’ın hem de Babürlerin zirvesinin simgesidir. Aynı zamanda Türk İslam mimarisinin en önemli eserlerinden birisidir.