M.Ö. 1050-247 yılları arasında Çin Devleti’ni, kimi tarihçilerin Türk dediği Chou (Çao) hanedanı yönetiyordu.
Chou Devleti, merkeze şeklen bağlı derebeyliklerden meydana geliyordu, devlet kendi içinde bir bütünlük arz etmiyordu. Derebeyliklerin sayısı da gittikçe artıyordu.
M.Ö. 500 yıllarında Çin’deki derebeylik sayısı 1000’e ulaşmış bulunuyordu.
Mö.3 yy sonlarına doğru otoritenin iyice zayıflamasıyla bu derebeyleri birbirini yok etmeye başladı. Böylece ortaya birbirlerini lokma lokma yiyerek genişleyen daha büyük devletler çıktı.
Kendi dışındaki varlıklarla çok ilgilenmeyen Çinliler, kuzeylerindeki kavimlerle de savaşmak zorunda kaldı.
Çünkü Kuzey Çin’deki iç mücadeleye, Çin’in kuzeyinde bulunan kavimler de karışmışlardı.
Esâsen Çin tarihinde en çetin savaşlar, Kuzey Çin’deki devletlerle kuzey kavimleri arasında cereyan etmiştir.
Çin’in kuzeyinde “Hien-yün veya Hun-yü” adıyla anılan Hun Türklerinin ataları bulunuyordu.
Kökenleri tartışmalı olan Hien-Yünler, Orhun ve Selenga ırmağı arasında yer alıyordu.
Ötüken merkezli olan siyasi birliğin ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu.
Tarım ve diğer ekonomik faaliyetler az denecek kadardı.
Hayvanlardan elde ettikleri ürünler ise, Hunlara uzun süre geçinmeleri için yetmiyordu.
Daha başka ürünlerle desteklenmesi gerekiyordu.
Öte yandan, Çin ülkesi tarım ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliği bakımından son derece geniş imkânlar sunmaktaydı.
Bunu fark eden Hunlar, gözlerini Çin üzerine çevirdiler. Onlar, yaşayabilmek ve geçinebilmek için Çinlilerin birikmiş mallarını ve servetlerini ellerinden almak zorundaydılar.
Böylece Hunlar, ekonomilerinin eksiğini, sık sık düzenledikleri akınlarla Çin’den temin etme yoluna gitmişlerdir.
Üstelik Çinlilerin kolay bir av oluşu, Hun Türklerini bu akınlara özendirmiş ve teşvik etmiştir.
Çin yıllıklarının kesin kayıtlarına göre, Hunlar, ilk defa M.Ö 318 yılında devletlerarası mücadelelere katılmaları dolayısıyla görülür.
Onlar, bu tarihte dört Çin beyliği Han, Chao, Wei ve Ch’u ile bir ittifak kurarak, başka bir Çin beyliği olan Ch’in’e saldırmışlardır.
Bu olay bize, M.Ö. IV. yüzyılın sonlarından itibaren devletlerarası ilişkilerde yerini almış, güçlü bir Hun Devletinin bulunduğunu göstermektedir.
Hun akınlarının önemini ilk kavrayan ve bu hususta köklü tedbirlere başvuran Çin Chao Kralı Wu-ling’dir.
Chao Devleti, Kuzey Çin’de, Tai bölgesinden Kansu bölgesine kadar uzanan Sarınehir havzasına hâkim bir devlet idi. Yani, Hun Türkleri ile sınır komşusu idi. Bu yüzden Chao Devleti’ne ait topraklar Hun akınlarının ilk hedefi durumundaydı. Chao Kralı Wu-ling, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için Tai bölgesinden başlayıp Yin-şan sıradağları boyunca devam eden büyük bir sur inşa ettirdi.
Wu-ling aynı zamanda Hunlarla savaşabilmek için zorda olsa askerlerini onlara benzetti.
Hunların silahlarıyla, giyim kuşamıyla ordusunu donattı.
Chao Devleti’nin savunma faaliyetlerine Ch’in Devleti büyük bir gayretle devam etti. Çünkü, Chao Devleti’nin yaptığı surlar ve diğer tedbirler Hunları sınırlarda durdurmak için yeterli olmamıştı. Birçok derebeyliği ortadan kaldırmak suretiyle Çin tarihinin en güçlü merkeziyetçi idaresini kuran Ch’in Kralı Shi-huang (M.Ö. 221-210), bütün güç ve enerjisini bu savunma faaliyetleri üzerinde topladı. O, tıpkı Chao Kralı Wu-ling gibi büyük emek ve sermaye harcayarak, yeni surlar yaptırdı. Bu surlar, yapımı 600’lü yıllara dek sürecek Çin Seddi’nin temellerini teşkil ediyordu. Çin Chao ve Ch’in Devletlerinin gerek surlar yaptırmak suretiyle gerekse reform mahiyetinde aldığı muazzam tedbirler etkisini gösterdi.
Hun orduları sınır boylarında durduruldu ve hatta sınırların ötesine atıldı. Hunlar, Kuzey Çin’deki Ordos gibi en iyi otlaklarını kaybettiler.
Bu durum Hun ekonomisini oldukça sarstı. Daha da kötüsü, Hunlar açlık tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Nitekim Çin Yıllıklarında M.Ö. III. yüzyılın sonuna doğru Hunların komşuları arasında zayıf bir duruma düştükleri belirtilmiştir.
Bu sırada Hunların doğu komşuları Tung-hular, güneybatı komşuları Yüe-çiler ve güney komşuları da Ch’in Devleti idi. Hunların başında da, “büyüklük ve genişlik” anlamında “Şan- yü” veya Tan-hu unvanını taşıyan Tuman bulunuyordu. Tuman, güçlü komşu devletlerarasında âdeta sıkışmış bir durumdaydı. M.Ö. 210 yılında büyük Çin imparatoru Shi-huang’ın ölümü üzerine Ch’in Devleti’nde karışıklık başladı. Tuman, tarihin önüne çıkardığı fırsattan yaralanmasını bildi; hemen ordularını alarak, Kuzey Çin’e indi; eski otlaklarının bir kısmını tekrar elde etti.15 Çin ülkesinin içine doğru yaptığı akınlarla ekonomik durumunu düzeltti. Fakat her şeyin iyiye gittiği bir sırada, Hun hanedanı ağır bir krizle sarsıldı. Bu kriz, Tuman ile oğlu ve veliahtı Mao-tun arasındaki taht mücadelesiydi. Çinli tarihçilerin Mete’nin gençlik hayatı hakkında toplayabildikleri en önemli bilgi, bir komplo olayının hikâyesinden oluşmaktadır.
Hun Hükümdarı Teoman oğlu Mete’ye karşı düzenlediği komplo Çin yıllıklarında şöyle anlatılmaktadır: “Tuman’ın adı Mete (Batur veya Bagatır) olan büyük bir oğlu vardı.
Daha sonra o, kendisine bir oğlan doğuran özellikle sevgili bir hanım aldı. Artık o, Mete’yi ortadan kaldırmak ve yerine küçük oğlunu koymak istiyordu. Bu yüzden o, Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak gönderdi. Mete, Yüe-çilerin yanında rehin bulunduğu sırada, Tuman ansızın onlara saldırdı. Bu sebepten Yüe-çiler Mete’yi öldürmek istediler; halbuki o iyi bir at aldı ve memleketine kaçtı. Tuman, oğlunun kabiliyetini taktir etti ve idaresine on bin atlı verdi”. Kısaca özetlemek gerekirse; Teoman büyük oğlu ve veliahtı Mete’yi yeni karısından doğan oğluna tercih etmiş Ve onu Yüe-çilere yollamıştı. Kendisi de iki millet arasındaki düşmanlığı gerekçe gösterip rakibe saldırdı. Asıl amaç düşmana saldırıyorum bahanesiyle Mete’yi ortadan kaldırmaktı. Olaya erken uyanan Mete ise bir yolunu bulup saldırıdan kaçıp babasının yanına sağlam bir şekilde geldi. Durumu belli etmemek için Hükümdar, oğlunu tebrik etti ve emrine bir tümen verdi. Mete, resmen tarih sahnesine böylece çıkmış oldu.
Hun hükümdarı Tuman, oğlu Mete’yi bertaraf etmek için kurduğu komplonun oğlu tarafından ustalıkla ve olağanüstü bir başarıyla bozulduğunu görünce, tavır değiştirip, onu ödüllendirmek yoluyla meseleyi unutturmak ve kapatmak istemiştir. Mete ise, babasının aksine bu meseleyi unutmak ve kapatmak niyetinde değildi. Emrine verilen askerlerle bir darbe yapma uğraşına girdi. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin Yıllığında şöyle anlatılmıştır: “Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte o maddeyi vurmaları gerektiğini emretti.
Bunu yapmayanın başını kesecekti. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. O, kısa bir süre sonra oku ile kendi sevgili eşini vurdu. Bu defa da maiyetinden bazıları donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi.
Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurduğu zaman, maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine tamamen güvenebileceğini öğrendi.
Sonra o, babası ile ava gitti ve Hun hükümdarı (Şan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini öldürdü ve kendisini Hun hükümdarı (Şan-yü) ilân etti”.
Böylece Mete Han M.Ö. 209 yılında Hun hükümdarı olmuştu.
Mete disipline çok önem veren bir hükümdardı. Ordusunu 10’luk sisteme göre düzenledi ve ardı arkası gelmez talimlerle bir el hareketiyle ölüme yürüyecek bir ordu oluşturdu.
Asya’nın hatta dünyanın en katı ve disiplindi kara ordusunu oluşturmayı daha o yıllardan başarmıştı. Ardından gelecek olan tüm Türk liderleri, kendilerine örnek olarak Mete’yi alacaktı. O kadarki günümüzde Türk silahlı kuvvetlerinin kuruluş tarihi Mete’nin tahtı ele geçirdiği tarih olarak kabul edilmektedir.
Mete’nin Hun tahtına çıktığı sırada Hun Devleti’nin doğusunda proto-Moğol bir kavim olan Tung- hular, güneyinde Han sülalesinin temsil ettiği Çin Devleti, güneybatısında da Hunlar ile akraba oldukları sanılan gayet güçlü Yüe-çiler bulunuyordu. Tacı yeni ele geçiren Mete, güçlü komşusu Tung-hu kavminin beklenmedik ağır siyasî baskısına maruz kalmıştır.
Tung-hular, Hun tahtına genç yaşta birinin çıkmış olmasından yararlanarak, Hun ülkesini
istilâ etmek istiyorlardı. Bu amaçla Mete’ye elçiler yolladılar. Elçiler kabul edilemez isteklerle Mete’yi kışkırtmaya çalıştı. İlk önce Mete’den atını istediler.
Tüm kurultay reddetmesine rağmen Mete, ‘Komşumdan bir atı mı esirgeyeceğim’ diyerek atını verdi. Genç hükümdarı kızdırmak isteyen Tung-hular, bu sefer Mete’den karısını istedi.
Kurultay küplere binmiş teklifi reddederken Mete, ‘Komşumdan bir kadını mı esirgeyeceğim’ diyerek hanımını yolladı. Hemen sonrasında gelen elçiler, bu sefer de iki devlet arasındaki kurak bir araziyi istedi. Mete, işte o anda ‘devletin temeli olan toprağı biz nasıl veririz?’ diyerek teklifi reddetti. Aslında Mete ilk iki teklifi, rakibe güçsüz olduğu izlenimini vermek ve yeni iç savaştan çıkmış ordusunu hazırlamayabilmek için kabul etmiştir. Üçüncü ve kabul edilemez teklif üzerine büyük bir baskın harekâtı için doğuya giden Mete, hazırlıksız olan Moğollara saldırdı. Tung-hular rakiplerini küçümsemekle gösterdikleri ihtiyatsızlığın bedelini
çok ağır şekilde ödemişlerdir. Mete’nin sürpriz baskını karşısında şaşkına dönmüşler, kendilerini savunmaya bile fırsat bulamamışlardır. Atlarının üzerinde yıldırım gibi gelen Hun cengâverlerinin delip geçen oklarına hedef olmuşlardır. Kimse teslim alınmamış, kimseye de merhamet gösterilmemiştir. Ancak Hun atlılarının hedefini şaşmaz oklarından zamanında kaçabilenler canlarını kurtarabilmişlerdir.
Diğer taraftan elde edilen ganimet muazzamdı. Mete, Tung-huların bütün mal ve servetine sahip olmuştur. Yenilenler ise uzun yıllar dağlarda, ormanlarda korku içinde yaşadılar. Tung-hulardan sonra sıra Yüe-çilere gelmişti. Yüe-çiler, Hunların güneybatı komşuları idi.
Yin (Yin-shan) ile Tanrı dağları arasındaki sahalarda oturuyorlardı. Geniş ve verimli toprakları vardı. Üstelik Doğu-Batı arasındaki transit ticarete ve kültür akışına aracılık eden İpek Yolu’nun önemli bir kısmı Yüe-çilerin ülkesinden geçiyordu. Bu yol üzerinde çeşitli kavimlerin ticaret kolonileri bulunuyordu. Bu bakımdan Yüe-çiler Asya kıtasının zengin ve kültürlü kavimlerinden biriydi. Biraz yukarıda belirtildiği gibi, Mete de, veliahtlık yıllarında Yüe-çilerin yanında bulunmuş; kendilerini ve ülkelerini yakından tanıma fırsatı bulmuştu.
Özellikle o, Yüe-çilerin oturdukları bölgelerin ekonomik gücünü medenî üstünlüğünü görmüş ve değerini ve önemini çok iyi anlamıştı.
Diğer taraftan, Yüe-çiler arasında çok miktarda Hun boyu yaşıyordu. Yüe-çiler de tıpkı Tung-hular gibi Hunları küçümsemişlerdi. Mete gibi, rakip tanımaz bir liderin bu durumu içine sindirmesi mümkün değildi.
Öte yandan Yüe-çiler, Hunların Kansu bölgesi üzerinden Çin’e giriş yollarını kapatıyorlardı.
Mete, büyük Tung-hu baskınından döndükten sonra gerekli hazırlığını yaptı ve Yüe-çilerin üzerine yürüdü. Vurduğu bir darbe ile Yüe-çileri yerinden oynattı; daha doğrusu onları göçe zorladı. Hunların Çin’e giden akın yollarını açtı.
Mete’nin gücü karşısında dayanamayacaklarını anlayan Yüe-çiler ise, ülkelerinin doğu bölgelerini terk ederek, batıya kaydılar.
Mete’nin Yüe-çiler üzerine yaptığı sefer, Tung-hular üzerine yaptığı baskın harekâtı gibi bir imha ve fetih hareketi olmamıştır.
Görüldüğü gibi o, Yüe-çileri yenmek ve gücünü onlara tanıtmakla yetinmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki, Mete, Yüe-çiler karşısında gücünü fazla yıpratmak ve fazla zaman kaybetmek istememiştir.
Çünkü onun önünde Çin gibi daha büyük bir hedef ve daha büyük bir rakip bulunuyordu.
Mete, Çin seferine çıkmadan önce, devletin kuzey ve kuzey batısında bulunan kavimleri de itaat altına alarak, arkasını emniyet altına almak istiyordu.
Hun Devleti’nin kuzey ve kuzeybatısında “Hun- u, K’ut-sa, Ting-ling, Kırgız, Sin-li” gibi Türk soyundan ve Hunlarla akraba olan kavimler bulunuyordu.
Mete, ordusu ile kuzeye doğru yürüdü; bunları birer birer itaat altına alarak, hepsini Hun Devleti’nin çatısı altında topladı.
Bu, hiç şüphesiz, Mete’nin Hun idaresi altında büyük Türk birliğini kurma politikası için atılmış büyük bir adımdı. Artık, Altay dağlarının batısındaki ülkelerin ve kavimlerin dışında bütün Orta Asya Mete’nin hâkimiyetine girmiştir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse Mete, Orta Asya’nın en büyük gücü haline gelmiştir.
Çin yıllığının ifadesine göre “Hunların bütün soylu büyük kişileri Mete’nin hâkimiyetini tanımışlar ve onu en büyük Şan-yü olarak yüceltmişlerdir” Mete, Türkçe konuşan tüm boyları tek bir bayrak altında toplamayı başarmıştı. Mete, Tung-huları ve Yüe-çileri birer birer yenip, doğudan ve batıdan kendisini güvenlik altına aldıktan sonra Çin’e yöneldi. Amacı, Hunların daha önce Çin’e kaptırmış olduğu kuzey Çin’deki otlaklarını geri almaktı. Ordusu Kuzey Çin’e giren Mete, Pe-yang kralını yenerek, büyük dirseği içinde bulunan Ordos bölgesine sahip oldu. Bundan sonra Mete, doğuya doğru ileri harekâtına devam etti. Sarı nehrin büyük dirseğinin doğusunda bulunan Yen ve Tai ülkesini ele geçirdi. Buradaki kale ve sınır tahkimatlarını birer birer düşürdü. Buna karşılık, Çin’in mukavemeti çok zayıftı; bazı yerlerde ise hiç yoktu. Hatta Çin Han iktidarının hâkimiyetini kabul etmeyen bazı Çin derebeyleri Mete’nin himayesine girerek, ona bu harekâtında destek bile veriyorlardı. Bu durum da Mete’nin işini bir hayli kolaylaştırıyordu. Böylece, bu askerî harekâtın sonucunda hemen hemen bütün Kuzey Çin Hunların hâkimiyetine geçti. Hun halkının sürüleri de eski otlaklarına tekrar kavuştu. Daha önemlisi Çin Devleti’nin kuzey bölgelerindeki bütün ticaret ve askerî ikmal yolları Mete’nin kontrolü altına girdi. Görüldüğü gibi, Mete’nin Kuzey Çin üzerine düzenlediği sefer geçici bir yağma akını değildi; bu gerçek bir fetih hareketi idi.
Zaten, Mete’nin amacı da, bölgeye tamamen yerleşmekti. Üstelik burası, eskiden beri Hunların otlak yerleri idi.
Eski çağlardan beri burada gerçek Çinli bulunmuyordu. Halkı da karışıktı.
Bölgenin batısında Tibet, ortasında Hun, doğusunda da Moğol boyları çoğunlukta bulunuyordu. Kuzey Çin’in elden çıkması ve tamamen kaybedilmesi, Han sülalesinin kurucusu İmparator Kao’yu harekete geçirecekti elbet. Çinliler ve Türkler arasındaki büyük savaş için artık her şey hazırdı.